Yozgat Nere Ola
YOZGAT’TA KULLANILAN YÖRESEL SÖZCÜKLER
Yozgat zengin bir halk kültürüne sahiptir. Bu zenginliğin başında da düşünce ve duyguların iletim aracı olan sözcükler gelir.
Uzun bir tarihsel geçmişi olan Yozgat yöresi ilginç sözcükleriyle tanınır. Bu sözcüklerden bir bölümü çevre illerde de kullanılan türdendir. Ama büyük bir bölümü Yozgat’ın kendine özgü ağız özelliklerini taşır.
Yoğun ve yorucu bir araştırma-inceleme sonucu bir araya getirmeye çalıştığım sözcükleri burada size sunacağım. Kuşkusuz Yozgat yöresine ilişkin sözcükler bunlarla sınırlı değil. Yöreye ilişkin tüm sözcükleri bir araya toplamak yıllar süren bir çalışma gerektirir. Hatta böyle bir çalışma bile tüm sözcükleri derlemek için yeterli olmayabilir. Önemli olan geniş içerikli bir yerel (yöresel) sözlük oluşturmaktı. Amacım da buydu zaten. Bu istekten böyle küçük bir sözlük doğdu. Umarım yeni kuşak bu çalışmayı daha da ilerilere götürür ve Yozgat kültürünün tanıtılıp geliştirilmesine katkıda bulunur.
Aşağıda sunduğum küçük sözlükte bazı sözcüklerin ikili kullanımları verilmiştir. Yozgat folkloruna ilişkin çeşitli kaynaklar taranarak bazı sözcüklerin kullanıldığı yerler saptanıp aktarılmıştır. Bu aktarma sırasında alıntılarla ilgili bilgiler kısaca paylaşılmış, bilgilerine ulaşılamayan alıntılar yalnızca aktarılmakla yetinilmiştir.
Deyimler sitede kendi adı altında toplandığı için sözlükte onlara yer verilmemiştir. Deyimlerin ayrı bir başlık olarak sunulması, bu zengin anlam içerikli sözcük öbeklerinin gözden kaçmamasını sağlamak içindir.
Yozgat yöresinde kullanılan sözcüklerle ilgili bu çalışma bir tez değildir. Herhangi bir doğruluk kanıtlama savı taşımamaktır. Çalışmanın yanlışları, eksikleri olabilir. Saptanan yanlışlar zamanla düzeltilecek, eksikler giderilecektir. Bu konuda her türlü eleştiri, öneri ve katkıya açığım.
Yöreye ilişkin sözcükleri derleme düşüncesinin temelinde babam rahmetli Ali Rıza Köktürk yatmaktadır. Babam, yıllar önce Yozgat’ın bazı köylerinde (Büyük İncirli, Küçük İncir, Çandır) uzun süre ilkokul öğretmenliği yapmış ve bu sıralarda yöreyi gözlemlemiş, birtakım kültürel değerleri yazıya dökmüştür. Sağlığında Türkçe öğretmeni olmam nedeniyle bana verdiği bu yazılı kaynaklar benim için çok önemli bir kaynak olmuştur. Yozgat kültürünün aydınlatılmasındaki katkılarından dolayı onu bir kez daha rahmetle anıyorum.
Yıllar önce “Yozgat Kültür Takvimi” adıyla takvimler (ilki 1994 yılında) çıkarmaya başlayan Sayın Ertuğrul Kapusuzoğlu’nu, bu takvimlerin çıkarılması için gereken parayı karşılayan dönemin Belediye Başkanı Mehmet Erdemir’i de saygıyla anıyorum. Çıkardığı takvimlerin hemen her sayfasını Yozgat halk kültürünün örnekleriyle süsleyerek kentimize büyük bir hazine bağışlamıştır. Bu ara söz konusu takvimler için ellerindeki örnekleri gönderen tüm Yozgatlılara da teşekkür ediyorum.
Yozgat yöresinde kullanılan sözcükleri araştırırken günümüzde bazı web sitelerinin konuya eğildiklerini de fark ettim. Çok geniş çaplı olmasa da özellikle köy kökenli web sitelerinde bazı sözcüklere yer verildiğini gördüm. Bu da beni çok hoşnut kıldı. Kuşkusuz onlardan da yararlandım.
“Türk Folklor Araştırmaları” adıyla bir dergi çıkaran ve ölümüne dek bu çalışmasını sürdüren rahmetli İhsan Hınçer’e duyduğum özel saygıyı da burada özellikle belirtiyorum. Sayın Hınçer, yalnızca güzel Yozgat’ımıza değil, Türkiye’nin tüm kentlerine ilişkin folklor değerlerinin tanıtılmasına, gün ışığına çıkarılmasına olanak sağlamış, bu yolla ülkemize büyük hizmetlerde bulunmuştur.
Çalışmamın sonuna küçük bir kaynakça koydum. Çünkü emeğe saygım sonsuz. Yararlandığım kaynakları belirterek onların bu emeklerini sergilemek istedim. Onlara da teşekkürlerimi sunuyorum.
Dilerim çalışmamı beğenirsiniz. Yozgat kültürüne “çam sakızı çoban armağanı” bir katkıda bulunabilmişsem ne mutlu bana!..
Saygılarımla…
Yerel sözlüğe geçmeden önce Yozgat yöresinin ağız özelliklerini içeren aşağıdaki videoların izlenmesi önerilir:
[youtube=http://www.youtube.com/watch?v=0d81NxfCnVc]
https://www.youtube.com/watch?v=kVxz_PaT09k
Bir de değerli hemşehrimiz Rıfat Çakır’ın Yozgat ağzıyla kaleme aldığı aşağıdaki yazıyı okumanızda yarar var:
GAMİYON ŞOFORLARI
Susa yoldan bi makine geçinci ortalık toz duman olurdu. Gocelinin itler harıltıya hemen ılgar, Sifli Zarife’nin gapının önüne gadar üre üre guvalarlardı. Çoh it depeledi bizim köyden geçen gamıyon şiforları. Acik üstüne getsen leviyeyi çekip adamı doğmüye yörürlerdi. Eyaleri galın galın adamlar, pala bıyıh, döş bağır açıh insan azmanı yarmalar geçerdi o yıllarda.
Bir gün Lomenin İsmayil’in gapının önünde Yağbın Osmanın Yusuf davar gotürürken Gara Tayır’ın şişâa depelemiş. Depelediği yetmiyomuş gibi bi de Yusuf’a bağırıp çağıyomuş şiforun biri. Hep onlar gabadayı olacah dağal ya.. Bizim köylü Ayı Paşa’ya denk gelmişler. “İn lan aşşağaya” dimiş, gamıyoncuya… Boynunun kutüğünden dutmuş, çal ha çal, ver ha ver.. Duşgasını dağıtmış, üfeleyip atmış şiforu bizim köylü Ayı Paşa…. Davarı ödettirmiş.
Ayı Paşa 5 dene gamıyoncu birden düverim aminim derdi. Battal’ın gayfenin önüne bidene gamıyoncu duz satmıya gelmiş. Paşa Abi nerde diye soruyordu. Zorlu adam Paşa Abi diyodu. Belli ki alayıcığıda iyi gorhmuşlar. Helede güz mevsimlerinde gamıyoncular bizim köyden bi şekil geçerlerdi. Heç adam mı var, mal melal mı geçiyo düşünmeden, bahmadan eşek sıpası gibi geçerlerdi köyün içinden. Bi ganı it depelediler. Gara Mustafa’nın evin önünden, Guccük Durağan evin önüne gadar 7-8 dene it geberiği olurdu şarampollerde.
Yav arhadaş! Heç mi vicdan merhamet yohdu o zamanki makine şiforlarında. Hadi bir veya iki denesi gazayınan oldu. Diğer itleri vallahi bilerek depelerlerdi yav. Ahşamları çoh makine daşladıh bizim koyde. Bir sürü milletin canını yahdılar. “Gaçın ulan yoldan it oğlu itler!” derlerdi bize. Gara gara gozlükleri daharlar, döş bağır açıh, cuvarayı dişlerinin arasında dutarah, gafada hoter, ayahta iskarpin cizme, selam vermeden artis gibi geçme, gaza basarak, ortalığı toz duman etme, bi ağrımıza giderdiki lafları ve hareketleri.
At arabalarına, gağnılara neyede çoh haharet ederlerdi. Beşinin Nuhu dayı oküz goşulu gağnısıyla koprünün ordan giderken arhasından gamıyonun biri gelmiş, milletin içinde Nuhu Dayıya oküzlerini ima ederek, “ Lan şu gardaşlarına de de gırana çekilsinler” demiş. Nuhu dayıda “Adem atamızdan belli alırsah sanada gardaş düşer o oküzler, sen dede çekilsinler” demiş. İyice demiş vallaha.. Gamıyoncu sırıtıp geçmiş.
Gerçi heç bi gonşuyu depelemediler. Amma çoh it, goyun, bızağa, tavıh, şibi, bodu, culuh ne depelediler. Bi gaç gişiyi doğdüler. Onlarca kişiyi azarladılar. Tavığı depelenen Çahal Anşenin Fadime’yinen, bızası depelen Gubuduğun Sultan her geçen gamıyonun arhasından “Gamıyonunuzu eşekler guvalasın donuz kosnükler diyi bir etek daş atardı arhalarından.
Goca gobekli gamıyon şiforlarından biri pınardan su içmiye indi. “Ben bir oturuşta bir davarı yirim” diyodu. Elinde gocahgene bi çipli, dişini gurdalıyodu.
Mantıcı Osman’ın oğlan da sığır sürüyomuş, onların mor oküz gamıyona sürtünerek gaşındı, milletin içinde şifor nası bağırıyo. “lan şu emmini uzahlaştır gamıyonun ordan it eniği” diyo oğlana.
Aynı Türk filimlerinde galleş rolünde oynayan adamlar var ya… şifor onlara benziyodu. Hemi gızıyo hemi de nıaaha ha haa diye gülüyo. Bizim koylülerin alayıcığından da babayiğit böyük, galıplı bi adamıdı. Golay golay doğülmezdi de kafir… Millete bu gadar dirliksizlik verdiler. Susayı hokümet sanki onlar için yaptı sanardık.
O yüzden böyle rahat ve gabadayılar derdik. 35-40 yıl öncesinin bu kabadayı insanlarının komik ve çılgın hareketlerini şimdi gülerek ve keyiflenerek hatırlıyorum. Bazen bir Türk filminde huzursuzluk yaratan belalı tiplemeleri görünce hatırlıyorum, bazen düzensiz beslenmiş babayiğit, kalıplı, gobekli, diri ve neşeli tipleri görünce hatırlıyorum.
Aslında o zamanlar onları sevmezdik, ama imrenirdik te. Bende şifor olacağam, goca gamıyon süreceğam, derdik. Bi şekil adamlarıdı o zamanın gamıyon şiforları.
YEREL SÖZLÜK
-A-
aba (I): Abla (kimi yerde anne anlamında).
aba (II): Çoban giysisi.
abril (april): Nisan ayı.
Örnek kullanım:
Sakın abrilin beşinden, camızı ayırır eşinden.
(Atasözü)
acar (acer): Yeni.
afili: Gösterişli, çalımlı, oynak.
ağartı: Süt, yoğurt ve ürünleri.
ağırşak: Yün, iplik eğrilen iği ağırlaştırmak için alt ucuna geçirilen yarım küre biçiminde, ortası delik ağaç veya kemik parça, teker biçiminde yassı nesne, kurs.
ağmak: Sarkmak, aşağıya inmek, eğilmek, meyletmek, yükselmek, yukarı çıkmak.
Örnek kullanım:
Şu Yozgat’ın dağlarına ağsam ben,
Yağmur olup Çamlık’ına yağsam ben,
Haber etsem nazlı yâre yel ilen,
Seher vakti divanına dursam ben.
ağnanmak: Eşeklerin yere yatıp sağa sola dönerek sırtını kaşıma eylemi.
ağrek: Koyun, keçi ve sığırların yaylımda dinlendikleri yer, işsiz, avare kimselerin toplandığı yer, delikanlılar meclisi.
ağreklenmek: Hayvanların sineklerden korunmak için verdikleri çaba.
ağrıklı: Sara hastası olan, saralı, hastalıklı.
ağzı kızıl: Toy, olgunlaşmamış, ham, yumurtadan yeni çıkmış kuş yavrusu.
aha: İşte.
ahır sekisi: Sobanın, kaloriferin olmadığı dönemlerde insanların soğuktan korunmak için ahırların bir bölümünde hayvanlarla birlikte yaşadıkları yer.
ahraz: Dilsiz.
Örnek kullanım:
Su gelir, millendirir,
Çayırı çimlendirir,
Şu kızın kaşı gözü,
Ahrazı dillendirir.
(Mâni)
aklı çavdarlı: Deli, kaçık.
alaçık: Üzeri dal ve hasırla örtülmüş kulübe, çardak, keçeden yapılan çadır, bostan çadırı, haymalık.
alağaz: Çok konuşan, sürekli kavgaya hazır olan.
alaş: Ala köpek.
alayı: Hepsi.
Örnek kullanım:
Taşa vurdum pareyi,
Seçtim gözü karayı,
Yârime kurban olsun,
Şu Çandır’ın alayı.
(Mâni)
alaz: Alev.
alengirli: Gösterişli, tuhaf, acayip, karışık, çapraşık.
ağlenmek (alenmek): Oyalanmak, durmak, zaman geçirmek, eğlenmek, eğleşmek.
ağleşmek (aleşmek): bk. ağlenmek (alenmek).
al ha: Bu nasıl şey, anlamında şaşkınlık uyandıran ünlem.
allasen: Allahını seversen.
andavallı: Geri zekâlı, aptal.
apırcın olmak: Şaşırmak, çıkmaza girmek.
arbaz: Cinsel yönden doyumsuz (hayvanlar için).
arık: Zayıf, çelimsiz.
arkaç: Davarların açıkta toplu olarak yattıkları yer, düz dağ sırtları, kuytu siper, yer, ağıl.
asıvata: Ticaret, alışveriş.
asbap: İç çamaşırı.
Örnek kullanım:
Asbap yudum, ben yudum,
Kara Kekilli dudum,
Ölsem, mezara girsem,
Yine kesmem umudum.
(Mâni)
avgın: Suyun akıtıldığı, götürüldüğü ark.
avurtlamak: Ağız dolusu, kabaca yemek.
ayak yolu: Tuvalet, yüz numara, helâ.
ayrıklı: Ayrı tutulmuş, benzerlerine uymayan, kural dışı olan, istisnai.
azıtmak: Çığırından çıkmak ya da çıkarmak, ölçüyü kaçırmak.
-B-
baba: Hastalanan bası ağaçların gövde kısmında oluşan kafa biçimindeki yumru.
babal: Vebal, günah.
baba yiyesice: Pislik yesin, anlamında bir beddua.
baç: Zorla alınan para; haraç.
badalak: Kısa boylu ve şişmanca olan şey ya da kişi.
baha: Kıymet, değer, fiyat, ücret, paha.
bala: Yavru, çocuk, evlat.
balak: Manda yavrusu.
baldırcan: Patlıcan.
banak: Kaşık yerine kullanılan katlanmış yufka.
başangı: Yaramaz, çekilmez çocuk.
baş bıcağı: Ustura.
baş kili: Sabun niyetine kullanılan bir cins toprak.
bayahtan (bayaktan): Biraz önce, demin.
baybürük: Kara çarşaf.
bayramcalık: Bayram arifesinde nişanlıya gönderilen elbise vb. hediyeler.
becek: Kıyı, köşe, kenar.
bek: Sert, katı.
beklik: Peklik, kabızlık. (Bazı yörelerde: ocağa atılan ve uzun müddet yanan ana kütük, söz kesilen kıza takılan takı.)
bel bel bakmak: Aptalca bakış.
belemek: Bebeği kundaklamak, beşiğe yatırıp bağlamak.
bellemek (I): Öğrenip akılda tutmak.
Örnek kullanım:
Kız anadan beller mahalle gezmeyi, oğlan babadan beller yazı yazmayı.
(Atasözü)
bellemek(II): Bel denilen araçla toprağı işlemek, aktarmak.
bekitmek: Sağlamlaştırmak, pekiştirmek, sıkıştırmak, sertleştirmek, katılaştırmak, bir yere gözcü dikmek, nöbetçi koymak.
beze: Hamur topağı.
Örnek kullanım:
Büyük ekmek büyük bezeden çıkar.
(Atasözü)
bezek: Külot, pijama gibi giysilerin lastik takılan kısmı.
bıcılgan: Azmış, yayılmış yara, kadınların meme uçlarında, çocukların ayaklarında, hayvanların ayak parmaklarıyla bileklerinde ter, pislik, çamur vb. sebeplerden ileri gelen sulu yara.
bıdak: Üzüm salkımının her bir parçası, budak.
bıdık: Yumurta.
bıldır: Geçen yıl.
bibi: Hala.
bicik: Buzağı. (Sözcüğün değişik yörelerdeki diğer anlamları: meme, meme başı, biricik, köşe, uç, açı, dağda iki kara arasındaki boşluk, ufak tefek.)
bi çala: bir fırsat.
bi goşam (koşam): Bir avuç dolusu.
binit: Taşıt.
bi süyüm: Gereği kadar iplik.
bitek: Verimli toprak.
bodu: Kaz.
boduç: Ağaç ya da topraktan yapılmış küçük su kabı.
boğarsak: Çok yiyen, doymayan, obur.
boğarsamak: Çiftleşmek için boğa istemek (inekler için).
boğör (böğür): Yan, yan taraf.
boz: Ekilmemiş tarla.
bozlak (I): Kene.
bozlak (II): İçine buğday, arpa vb. konulan dokuma çuval.
bozulamak: Deve böğürmesi.
böcük: Böcek.
bödelek: Böbrek.
bucaklık: Raf.
bugatlek: Bu kadar.
buğuz: Kin, garez, düşmanlık.
bukağı: Atların ayağına vurulan kelepçe.
bulama: Un çorbası.
bunelek: Sığırları rahatsız eden bir çeşit sinek, gübre sineği.
burunna: huysuz atların burnuna geçirilen çember.
burunsalık: Hayvanı zaptetmek için ip, zincir gibi şeylerle burnundan bağlanması.
buymak: Üşümek.
büngüldemek: Suyun topraktan kaynaması, suyun ateşte kaynaması, coşmak, yerinde duramamak, suyun güçlü, gürültülü akması, fışkırması, yavrusunu ya da eşini arayan mandanın bağırması.
bürük: Baş örtüsü, çarşaf.
Örnek kullanım:
Pullu bürük bürünür,
Yürüdükçe yürünür,
Benim sevdiğim güzel,
Nere çıksam görünür.
(Mâni)
bürüncek (bürümcek): Koza gibi yumaklanmış şey, ham ipekten dokunmuş ince bez.
Örnek kullanım:
Al bürüncek bürün yâr,
Konaklarda görün yâr,
Başkasını seversen,
Yılan ol da sürün yâr.
(Mâni)
büzütmek: Hareketsiz, isteksiz ayakta durmak.
-C-
çabıt (çapıt, çabut): Eski bez parçası, paçavra.
cahal: Bilgisiz, cahil.
cambul cumbul: Çok sulu, suyu bol (yemek), su içinde hareket eden cismin çıkardığı ses.
Örnek kullanım:
Cambul cumbul çaydan geçtim,
Cumbultusu bana değmez.
Al kumaştan biçindim,
Kırpıntısı bana değmez.
(Bilmece)
camız (camış): Manda.
Örnek kullanım.
Şu dağları aşalım,
Zilli camız koşalım,
Baban eve koymazsa,
Ahırda buluşalım.
(Mani)
cavzıtmak: İşi uzatmak, yarıda bırakmak, usanarak işten kaçmaya çalışmak, aşırı gitmek, azıtmak.
cecim: İnce dokunmuş, nakışlı kilim. (Diğer anlamları: yünden dokunmuş çul ve çuval, dokuma seccade, yatak, masa ve tepsi örtüsü.)
cemeden: Yelek.
cerek: Uzun ve ince ağaç.
cereme: Bir başkası yüzünden çekilen ceza.
cıbır: Kırkılmış yün, züğürt, parasız.
cılga: İnce, dar, taşlı yol, patika, keçi yolu, biçilmiş, bağlam yapılmamış ekin. (Farklı yörelerdeki anlamları: altı çift öküzle çekilen iki tekerlekli saban, ek döner kulaklı pulluk, ince dal, odun lifleri, kıymık, engel, samanın uçmasını önleyen kazıkların her biri, hayvanlar için ağaçtan yapılmış nazarlık, ince uzun, incecik.)
Örnek kullanım:
Tandır yanmaz, ocak tütmez bak hele,
Harman cılga, tane yok ki yel gele,
Göçü sardık kağnıların üstüne,
Yol gözükür anacanım gör hele.
(Memduh YOZGATLIOĞLU)
cılk: Bozuk yumurta.
cımbıldak: Oynak, sütsüz, soysuz, aramaz, her şeye karışan, ukala, arsız, dönek, sözünün eri olmayan.
cımbıldama: Oynaşma.
cıncık: Camdan ve porselenden yapılmış şey, kırık cam ve porselen parçaları, bilye (Bazı yörelerde anlamı: baharda ilk yetişen, pişirilip yenen ot.)
cıngıl: Küçük üzüm salkımı.
cınnaklamak: Tırmalamak.
cırık: Serçeye benzer bir çeşit kuş, kuş yavrusu, piliç.
cıvlamak: Ses çıkarmak (havada hızla giden cisimler için).
cıyındırık: Sinirli, yağsız et (işe yaramaz, kötü et).
cızlak: Mayalı hamurun tavada kızartılmasıyla yapılan yiyecek pişi.
cibicik: Alkış.
cibil: Su içindeki taze ot.
cimcik: İki parmak ucuyla alınan miktar, tutam (toz şeyler hk.), iki parmakla yanak vb. sıkıştırma, çimdik.
cimciklemek: İki parmakla yanak vb. sıkıştırmak, çimdiklemek.
cimcime: Küçük ve sevimli çocuk, kadın.
cindar: Büyücü, cinci; üfürükçü, falcı.
cindarlık: Büyücülük, cincilik, üfürükçülük, falcılık.
cingan gadağı (çingen kadağı): Başı geniş ve yassı çivi.
cirmitli: Pis, kirli, dengesiz.
comba: Genç manda.
coruk: İnatçı, gelişmemiş, büyümemiş, zayıf, hastalıklı, bahane.
culfalık: Yün dokuma aracı.
culuk: Hindi.
Örnek kullanım:
Oğlan, oyunlu oğlan,
Sürü koyunlu oğlan,
Mahlede kız koymadın,
Culuk soyunlu oğlan.
(Mâni)
culuz: Boyun.
cumbur comaat (cemaat): Hep birlikte, topluca, cümbür cemaat.
cuvara: Sigara.
cücük: Civciv.
Örnek kullanım:
Kazın cücüğünü güzün sayarlar.
(Atasözü)
cücüklü: Civcivi olan.
Örnek kullanım:
Yer altında cücüklü tavuk.
(Bilmece)
cülük: Salatalığın çiçekten kurtulmuş en küçüğü.
-Ç-
çağlık: Banyo yapılan yer.
çağşır: Kuşların, tavukların ayağında bulunan ve süs gibi görünen tüy.
çağşırlı: Paçası tüylü tavuk, kuş, pasaklı, budala (kadın), çakşırlı.
çakıldak: Koyunlarda özellikle kış aylarında hayvanların arka bölgelerinde gübrelerin top top yapağılarına yapışması sonucu oluşan yumru, koyun pisliği, bir çarkın yalnız bir yöne doğru işlemesine yol verip tersine dönmesini önleyen ya da değirmen, su dolabı vb. makinelerin işleyişini çıkardığı sesle kontrole yarayan parça.
çalkadıl: Sırnaşık kişi.
çalkama: Ayran.
çalgı: Ahır, sokak süpürgesi.
çalkamçı: Bütün ayrıntılarıyla (at, araba, koşum) at arabası.
çalma: Pekmezin koyu olanı.
çandı: Tavan.
çat: Ayakları (bacakları) olmayan.
çav: At, eşek vb. hayvanların erkeklik organı.
çavmak: Güneş doğmak, dağılıp yayılmak, saçılmak, sapmak, yol değiştirmek, dönmek.
çeç: Tahıl yığını.
Örnek kullanım:
Arpa buğday çec olur, Güzeller güleç olur, Meyil verme güzele, Ayrılması güç olur.
(“Arpa Buğday Çeç Olur” türküsünden)
çeğmellenmek: Yay ya da çengel biçimini almak.
Örnek kullanım:
Kaşın çeğmellenmiş kirpik üstüne, Havada bulutun ağdığı gibi. Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış, Yağmurun güllere yağdığı gibi.
(“Dersini Almış da Ediyor Ezber” türküsünden)
çelpeşen (çelpeşük): Karmaşık, karışık, bozuk, bir açıp bir kapayan hava.
çeltek: Çoban yamağı, yardımcısı.
çemkirme: Dinleyip anlamadan durmadan konuşma, karşı çıkma.
çenet: Birbirine yapışık iki eşit parçadan meydana gelmiş olan cisimlerden her biri, fasulye, nohut gibi sebzelerin, badem, ceviz, erik gibi kuru meyvelerin içindeki parçalar.
çerik: Altı kiloluk tahıl ölçüsü.
çevirme: Hendekle çevrilmiş tarla.
çıfıt: Hileci, düzenbaz.
çığırmak: Çağırmak, seslenmek, türkü söylemek.
Örnek kullanım:
Çerçinin çığırdığına inan, eşeğin anırdığına inanma.
(Atasözü)
çıngırdak: Kuzuların boynuna takılan çıngırak, küçük çan.
çıvlamak: Kavlamak, tüyünü dökmek, çıplak kalmak, fışkırarak akmak.
çiğit: Çekirdek.
Örnek kullanım:
Elinde gümüş divit,
Kabağın içi çiğit,
Sabahın hayırlı olsun,
Bensiz yatıyon yiğit.
(Mâni)
çimmek: Dere, göl vb. yerlerde yüzmek.
çinik (şinik): Yaklaşık sekiz kilogramlık ölçü (buğday, arpa vb. için).
Örnek kullanım:
Su doldurdum torbaya,
Kaşık soktum çorbaya,
Şu Yozgat’ın kızları,
Birer çinik arpaya.
(Mâni)
çor: Hastalık, kalp hastalığı.
çotuk: Eğri büğrü yürüyen kişi.
çöğdürmek: İşemek, ileri doğru fışkırtmak.
çörten: Dam için tahta ya da sacdan yapılmış boru.
çöz: Bağırsak.
çüğmek: Sendeleyip düşmek.
çükü düşmek: Çocuğun bir şeyi çok istemesi.
-D-
daldaşak: Çırılçıplak.
dalı düşük: Biçimsiz.
dallama: Boyuna ya da başa sarılan atkı, yelek; gömlek, aptal, enayi.
danapa: İri aşık kemiği.
dangaz: Mavi at boncuğu.
dangırdamak: Bağıra bağıra, yüksek sesle konuşmak, gevezelik yapmak.
Örnek kullanım:
Dağ diye dangırdama, dağın kulağı vardır.
(Atasözü)
davar: Koyun.
Örnek kullanım:
Dek duranın devesi ölmez.
(Atasözü)
dembelek: Aptal ,budala, deli.
dembeser: Aptal, geri zekâlı.
demdüş: İleri geri, boş.
denelemek: Tahıl yiyip tokmalamak.
depik(tepik): Tekme.
Örnek kullanım:
Bir acayip nesne gördüm,
Marifeti karnında.
Yere yatmış, depik atar,
Ne varısa burnunda.
(Bilmece)
depmek (tepmek): Doldurmak.
deşirici: Kapı kapı dolaşarak yardım toplayan, dilenci.
dıkız: Tavı gitmiş, sertleşmiş toprak.
dınılamak: Boşuna konuşup durmak.
Örnek kullanım:
Muhtar arı kovanına benzer, vurdukça dınılar.
(Atasözü)
dışlak: Dışarıda.
dinari: İskambilde karo.
dilleşmek: Hoşlanarak söyleşmek.
dinelmek: Ayakta durmak.
dingildemek: hoplayıp zıplamak, oynamak.
direm: Akça para, gümüş para, eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü.
direngeç: Tahta destek, dayanak.
dirlik: Rahatlık, huzur.
dirliksiz: Geçimsiz.
dirmit: İnce, zayıf, çelimsiz.
dişindirik: Ata, eşeğe zincirle vurulan gem.
diştir: Dişleri seyrek, yamuk, biraz öne çıkık,
ditmek: Küçük küçük parçalamak, dişlemek.
dizleme: Dize kadar uzanan uzun çorap.
Örnek kullanım:
Ayağına giymiş iplik dizleme,
Yaktın ciğerimi, ettin közleme,
Ağlama da bağlasınlar başını,
Kaldır kollarını, giy kumaşını.
(Kına türkülerinden)
dolukmak: Ağlayacak gibi olmak, duygulanmak, gözleri dolmak.
dombalak (tombalak): Takla atma, kısa boylu, şişman, tıknaz ve tombulca, toparlak, küre biçiminde.
domuşmak: Somurtmak, sessiz ve dargın durmak, üşüyen insan ya da hayvanın büzülmesi, büzülmek, büzülerek oturmak.
domuzluk: Su değirmeninde suyun hızla düştüğü yer.
dongurdak: Deve, sığır, koyun sürülerinin önünde giden hayvana takılan, kalın saçtan yapılmış çan, çıngırak.
Örnek kullanım:
Develerde vardır bardak,
Bardaklarda kara bıdak,
Her devede beş dongurdak,
Öter gider Türkmen kızı.
(Leyla GÜNDOĞDU)
don yağı: Normal sıcaklıkta katı durumda bulunan ve içyağlarının eritilmesiyle elde edilen hayvansal yağ, iç yağı, soğuk ve sevimsiz (kimse).
doruklayın: Yukarıdan beri.
Örnek kullanım:
Doruklayın gelen dilber,
Heyikleyin gördüm seni.
Aşkın ayağıma düştü,
Hayli zonguldattı beni.
dölek: Akıllı uslu, düzgün, ova.
döşek: Yatak. (Minderlerden oluşturularak bir köşeye yapılan küçük yatağa yörede it döşeği denmektedir.)
Örnek kullanım:
Karşıdan eşek gelir,
Kulağı gevşek gelir,
Kendi kaçan kızlara,
Yamalı döşek gelir.
(Mani)
dudu: Hanım, abla, küçük kardeş. (Bazı yörelerde: Başa bağlanan yemeni, çocuk dilinde su.)
dulda: Gölge, korunak.
Örnek kullanım:
Yozgat’ın dağına dulda diyorlar,
Her kimden sorarsam yolda diyorlar,
Geleceksen gel gayrı, perişanım ben
Kuru haber ile avutuyorlar.
duldalık: Yel, yağmur vb. durumlardan korunmak için sığınılan yer.
duluğu sirkeli: Pis, beceriksiz kadın.
duluk: Kulak arkası. (Diğer anlamları: yüz, şakak, yüzün şakakla çene arasındaki yanı, şakak üzerinde saç ile sakalın birleşimi olan kısım, favori, yanağın alt kısmı, duvar dibi, duvarın gölge olan tarafı, yanak, yanak içi, şanağa bırakılan saç, çene üstü.)
Örnek kullanım:
İki halı, yastık; eşeğin duluğuna astık.
(Deyim)
duşga (duşka): Çene.
dübür: Kıç.
düğlemek: Bağlamak, düğümlemek.
Örnek kullanım:
Mendilin kıyısına,
Şeker düğle ucuna,
Benden hoşlanıyorsan,
Gel örtmenin ucuna.
(Mâni)
dümbelek: Darbuka, şişko anlamında hakaret sözü.
-E-
ecik (icik): Az.
ecicik (icicik): Çok az.
ede: Büyük erkek kardeş, ağabey.
efilemek: Hafiften rahatsız olmak, rengi atmak, neşesi kaybolmak.
ekemiş: Olgunlaşmış canlı.
eksikli: Eş, kadın [Genellikle asikli (a sesi uzun) biçiminde söylenir.].
elcek: Tırpanın el ile tutulan yeri. (Bu sözcük ülkemizin değişik yörelerinde çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır: eli korumak için ele takılan ya da alınan kanca gibi bir araç, bulgur taşında elle tutulan yer, kapının tutacak yeri, harman aygıtını çevirmek için kullanılan kol, sapanın elle tutulan yeri, yağ eritmeye yarayan küçük kap, iplik bükülen çıkrığın el ile tutulan yeri, güçsüz kadın, küçük çekiç, eldiven, ellik.)
elenti: Elendikten sonra altta kalan.
elevay: Saf, beceriksiz.
elçim: Bir elle alınan kadar.
ellaham (ellam): Herhâlde, sanırım, galiba.
ellik: Eldiven.
eme: Hala.
e mi: Tamam mı?
emlik: Süt emmekte olan insan ya da hayvan yavrusu, zamanından geç doğan kuzu ya da oğlak.
emmi: Amca.
Örnek kullanım:
Yemenimi yel attı,
Emmimgile iletti,
Ben bir şey bilmez idim,
Emmim kızı belletti.
(Mâni)
emzikli: Çocuklu anne.
en: Hayvanların kulaklarına bıçakla açılan işaret.
enik: Kedi, köpek gibi çok memeli hayvanların yavrusu.
eniklemek: Kedi, köpek vb. doğurmak, yavrulamak.
erinmek: Üşenmek.
essah: Sahici, gerçek.
eşkili (eşgili): Mayalanmış hamurla yapılan bir tür ekmek, bazlama.
eşkin: Atın dörtnal ile tırıs arasındaki hızlı yürüyüşü, filiz, sürgün.
eşme: Yerden kaynayan (çıkan) su, kaynak suyu.
Örnek kullanım:
Eşmeyi ellemen de eşme durulsun,
Ziya’mın ölüsü de orda yunsun,
Nazlı yârim acep kime verilsin?
Onun için açık gider gözlerim.
(“Ziya” türküsü’nden)
evlek: Tarlanın tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri, dönümün dörtte biri kadar olan alan ölçüsü, tarlalarda suyun akması için açılan su yolu.
evmek: Acele etmek, ivmek.
Örnek kullanım:
Even it gözsüz enikler.
(Atasözü)
evrağaç (evri ağaç): Yufka çevirmeye yarayan yassı ve uzun tahta, evirgeç.
Örnek kullanım:
Çatal kapı çatılı,
Üstünde yan yatılı,
Şu Yozgat’ın kızları,
Evri ağaç yapılı.
(Mâni)
evgen: İşte eli tez olan.
eyseri: Büyük çivi.
-F-
ferimek: Olgunlaşmaya yüz tutmak.
fışkı: Sulu at gübresi.
filik: Tiftik keçisi, bu keçinin tüyü.
filikli: Tiftikten yapılan battaniye.
firik: Olgunlaşmamış buğday.
fişeklemek: Birini dolduruşa getirmek.
fol: Tavuğa yumurtlayacağı yeri işaret eden yumurta yeri.
folluk: Tavuğun başka yere yumurtlamasını önlemek için kümese konulan yumurta.
fosuldamak: Burnundan çabuk çabuk solumak, öfkelenmek, sinirlenmek.
fotul fotul ötmek: Çok kızmak.
-G-
gadak: Çivi.
gade: Bardak.
gağşamak: Yıkılmaya yüz tutmak.
gambık: Ufak ağaç parçası.
gamga: Kesilen, yontulan veya rendelenen bir şeyden çıkan parça, yonga.
gamgayla kaşınmak: Yokluk çekmek, ekonomik sıkıntı içinde olmak.
garakliye: Boşuna, nasıl olursa.
garametli: Zavallı, başı dertten kurtulmayan.
gavsara: Çevirme, kuşatma, bağlama, sıkıştırma.
gayım: Sağlam, dayanıklı, güçlü, kırılmaz.
gaylesiz: Vurdumduymaz, umursamaz.
geçe: Derenin, ırmağın karşı tarafı.
geçgere: Genellikle gübre taşımak için kullanılan bir araç.
gedik: Bir ucu, köşesi noksan.
gelep: Yün çilesi.
gerbe: Kaşağıdan sonra hayvanın üzerindeki kılları toplayan, parlatan kıldan yapılmış araç.
gerneşmek: Keyifle gerinmek.
gever: Arklardan tarlaya su ulaştıran küçük su yolları.
gevrek: Büsküvi.
gezeğen: Çok gezen kişi.
gıncıl: Şıltakçı, yalandan ağlayan ya da sevinen.
gınnamak: Camızın saldırması.
gırcı: kar, dolu arabası.
gıremse (gremse) : Boynu takılan büyükçe altın.
gırmızı: Domates.
gicişmek: Kaşınmak.
gobel (göbel): Piç, çocuk, yaramaz çocuk, kimsesiz, yetim, öksüz çocuk. [Çeşitli yörelerde başka anlamları: sınırlan ayırmak için tarla kenarlarında yapılan toprak tepecikler, geçit vermeyen, ormanlık, taşlık yer, sebze ya da meyvelerde olgun tane, damın köşe tarafı, deli, kısa (boy için).]
godala: İki-üç kiloluk yağ çanağı.
gopmak: Koşmak.
goşam: Avuç.
goşam goşam: Avuç avuç.
godek (gödek): Kısa boylu, şiş karınlı. (Gödek sözcüğü godek ile eş anlamlı oluşunun yanı sıra çeşitli yörelerde değişik anlamlarda kullanılır: şinik denilen tahıl ölçeğinin yarısı, kuyruksuz kümes hayvanı, tavuk, lokma, sapanın el ile tutulan kısmı, tutak, halka biçiminde yapılan ev ekmeği, sacda pişirilen mayasız yufka, bazlama, yağlı ve kıymalı pide, bir çeşit poğaça, yumurtalı ekmek ya da çörek, boyu kısa, geniş karınlı küp, oyunda ebe.)
göğ (I): Olgunlaşmamış, ham (meyve).
göğ (II): Gök, gök yüzü.
gölük: yaşlı eşek.
göynek: Atlet.
gözer: İri delikli, büyük kalbur.
gözlekçi: Attığını vuran, nişancı.
gubaşmak: İmeceyle iş yapmak, yardımlaşmak.
gubuz atmak: Keyifle söyleşmek.
gucük: Şubat ayı.
guccük: Küçük.
gudü: Camız sürüsü.
gudumsuz (güdümsüz): Uğursuz (kimse).
guğüm (güğüm): Yandan kulplu, boynu uzun, genellikle bakırdan su kabı.
gumpür: Patates.
gurk: Anne tavuk.
guşene: Büyük tencere, kazan.
guva: Damat, güvey.
gübür: İnce gübre karışımı toprak, çöp, süprüntü.
güdü: Camız sürüsü.
güdümen: Şimşek.
günücü: Kıskanç.
Örnek kullanım:
Günücü gurk tavuk
(Deyim)
günülemek: Başkasına yapılanı aynen istemek, kıskanmak.
günün kulağı: Sabahın çok erken zamanı.
güpür güpür: Hızlı hızlı.
Örnek kullanım:
Dam başından güpür güpür geldiler,
Avlumuza dola dola doldular,
Annemin elinden beni aldılar;
Annemi babamı kızsız kodular.
(Kına türkülerinden)
güre: Çiftleşmek isteyen at ya da eşek.
gürük: Kulakları kısa.
güvermek (gövermek): Yeşermek, vurma, çarpma ya da soğuk nedeniyle vücudun herhangi bir yeri morarmak, çürümek. (Güvermek sözcüğü; yörede serbest bırakmak, salmak anlamında da kullanılmaktadır.)
güverti (göverti): Yeşillik, sebze.
Örnek kullanım:
Yerdeki güvertiye gökteki kuş da seğirtir.
(Atasözü)
güzlük: Güzün doğan, son doğan çocuk.
-H-
hacet: Gereksinim (araç gereç).
haft (havt): Su biriktirilen beton havuz, çeşme yalağı, küçük havuz.
halbur: Tahıl ve başka iri taneli maddeleri elemek için kullanılan büyük delikli veya seyrek telli elek, kalbur.
halleşme: Dertleşme.
halta: Köpek tasması.
hampalamak: Kabaca yapmak.
hamut: Keçiboynuzu.
haral (harar): Çoğu kıldan dokunmuş büyük çuval.
Örnek kullanım:
Kedi ile harala girilmez.
(Atasözü)
harmancalık: Harman pazarı, harmanda toplanıp hayır için verilen buğday, arpa vb.
harnıp: Keçiboynuzu.
hasas: Bekçi, köy bekçisi.
haside: Şeker ve nişastayla ya da pekmezle yapılan bir tatlı türü.
havkalamak: Hemen kucağına almak [birini (özellikle çocuğunu) korumak için apar topar kucağına almak].
haymalık: Bağ ve bahçelerde çalı çırpıdan yapılan çardak, avlu, alaçık.
hedik: Haşlanmış buğday, içerisine nohut, çedene gibi başka taneli bitkiler konularak yapılan haşlanmış buğday yemeğine verilen ad.
Örnek kullanım:
Çarşıda hedik kaynana,
Dişleri gedik kaynana,
Oğlun neler getirmiş,
Sensiz yedik kaynana.
(Mâni)
helik: Küçük duvar taşı.
Örnek kullanım:
Helikle kale duvarı örülmez.
(Atasözü)
helke: Kulplu su taşıma kabı.
Örnek kullanım:
Helke koldum pınara,
Damla damla dolacak,
Benim sevdiğim oğlan,
Başöğretmen olacak.
(Mâni)
herif: Koca.
herk: Sürülmüş tarla.
Örnek kullanım:
Ya herk et ya terk et.
(Atasözü)
herklik: Ekilmeyen (nadasa bırakılmış) tarla.
heyiklemek: Bir tehlike nedeniyle çevreyi gözetlemek, korkarak kulak kabartmak (hayvanlar için).
hezen (hizan): Damların üzerine döşenen kalın ve büyük ağaç, kiriş, dalları budanmış ağaç gövdesi.
Örnek kullanım:
Damlarda hezen var mı?
Üstünde gezen var mı?
Şu köylerin içinde,
Battal’dan güzel var mı?
(Mâni)
Çubuk iken çıt demeyen, hezen iken küt demez.
(Atasözü)
hınaza: İçten pazarlıklı, kendinden kötülük beklenen (kimse).
hınkırmak: Soluğu burundan hızla vererek sümüğü dışarı atmak, sümkürmek.
hızan: Açgözlü, miskin, tembel, görgüsüz, sonradan görmüş, cimri, yoksul.
Örnek kullanım:
Ebe ebe azana,
Kızın verme hızana,
Hızır akça kazana,
Girsin kaynar kazana.
(Sayışmaca)
hızmık: Buğdayın yıkandıktan sonra geride kalan kapçıklı kısmı.
horanta: Aile.
hotlamak: Atlamak, sıçramak, hoplamak.
Örnek kullanım:
Hotla, pabuç yırtılsın,
Yırtılırsa yırtılsın,
Gurbete kız verenin,
Aklında baba çıksın.
(Mâni)
hotuz (hotoz): Kadınların saçlarını arkaya toplayarak yaptıkları topuz, kadınların süslü başörtüsü, gelin tacı, duvak.
Örnek kullanım:
Bugün ayın otuzu,
Başındadır hotozu,
Dünyada yâr sevmeyen,
Ahrette yer topuzu.
(Mâni)
hoydana: İri ve biçimsiz, kaba
höbek: Ekin ya da saman yığını, öbek, tepe, tığ.
höllük: Kundak çocuklarının altına bez yerine konulan toprak.
Örnek kullanım:
Altın halburunan höllük eledim,
Aynalı beşiğe bebek beledim,
Büyüttüm, besledim, asker eyledim,
Nenni bebeğim nenni.
(Ninni)
hörüklemek: Tepeleme yığmak, doldurmak.
höyük: Toprak yığını, tepecik üzerine tepe biçimi toprak, yığılmış, eski uygarlıklardan kalma mezar. (Değişik yörelerde farklı anlamları: iki tepe arasındaki alçak yer, iki tarla arasına, sınırı belirtmek için yapılan işaret, bostan bahçe ya da dağ tepelerine hayvanları ürkütmek için yapılan korkuluk.)
hürük: Bir yere biriktirilmiş taş, odun, tevek vb.
-I-
ığıl: Yavaş akan su.
ığıl ığıl: Ağır ağır, yavaş yavaş.
Örnek kullanım:
Suyun ığıl ığıl akanından, adamın yere bakanından kork.
(Atasözü)
ıktırmak (ıhtırmak): Çöktürüp oturtmak.
Örnek kullanım:
Iktırmışlar deveyi,
Bindirmişler hacıyı,
Hacı binmiş atına,
Çıkmış göğün katına…
(Sayışmaca)
ıldır ıldır: parıl parıl, ışıl ışıl.
ılgamak: Atın kulaklarını kısarak saldırması.
ılgın: İnce söğüt dalı.
ılıfıtın: Rafadan, az pişmiş yumurta.
ıravan: Eritilerek kaynatılmış şeker.
ırbık (ıbrık, ibrik): Yandan kulplu, boynu uzun, genellikle bakırdan yapılmış ve güğümden daha küçük olan su kabı.
ırgalanmak: Sallanmak.
ısmarıç: Sipariş.
ışgın (ışkın): Bitkide yeni süren filiz, sürgün, bağ sürgünü.
Örnek kullanım:
Bağa girdim ışkına,
Gül topladım eşkine,
Eğil eğil öpeyim,
Anan baban aşkına.
(Mâni)
-İ-
iğdiş etmek: Erkekliğini yok etmek, hadım etmek.
iğeşmek: Tembeli görüp çalışmamak.
ilaan: Leğen.
ilenger: Yayvan ve kenarları geniş, büyük bakır kap.
Örnek kullanım:
İlengerde tuz gibi,
Yanıyorum köz gibi,
Sen orada, ben burda,
Kaldık tek camız gibi.
(Mâni)
ilik: Düğme deliği.
ilistir: Süzgeç.
illetli: Hastalığı olan, ikide bir aksaklık gösteren.
ilvanlı: Gösterişli, süslü.
Örnek kullanım:
Evinizde yok bir tas katık, ilvanlının ocağı batık.
(Deyim)
ipti: Önce, ilk.
irdemek: Beğenmemek, istememek, nefret etmek., reddetmek.
irişki: Sucuk.
işkillenmek: Kuşkulanmak.
işlik: Gömlek.
Örnek kullanım:
İşlik diktim kıvırcık,
Suya indi sığırcık,
Senin yârin gül ise,
Beninki de tomurcuk.
(Mâni)
işmar: İşaret.
itağa: Ekmek yaparken kullanılan bir tür örtü, üzerinde un elenen kalın bez.
iya: Kaburga kemiği.
-K-
kabala: Götürü usulü pazarlık.
kanak: Çay, dere, ırmak. (Sözcüğün değişik yörelerde çeşitli anlamları: av çakısı, kafes, çabuk aldanan saf, ceviz, küçük bebeklerin başlarındaki kepek tabakası.)
Örnek kullanım:
Yozgat’tan yağlık getir,
Yağlıkta sağlık getir,
Git Karanlıkdere’ye,
Kanaktan balık getir.
(Ertuğrul KAPUSUZOĞLU)
kanırtmak: Zorlamak, bir şeyi zorlayarak açmaya çalışmak.
kapçık: Tahıl tanelerinde kabuk, boş mermi kovanı.
kardak: Büzük, büzülmüş, kırışık,, dar, biçimsiz (giysi için).
karık: Bağ ve bahçe sulamak için açılmış su yolu, ark, bu arklar arasında kalan toprak parçası, sabanla açılan çizi.
karmaç: Kepek, su, süt vb. karışımı hayvan yiyeceği.
katık: Yayıktan çıkan ayran.
kavınmak: Yokluk çekmek.
kavi: Güçlü, zorlu.
kavurga: Kavrulmuş buğday.
kavut: Havanda dövülmüş kavrulmuş buğday, mısır ya da nohut, kavrulmuş ve dövülmüş tahıl ununun şeker ya da tatlı yemişle karışımı, helva, kavrulduktan sonra öğütülen tahıl unu.
kayarlatmak: Atın ayaklarına eski nal çakmak.
kaydalamak: Kıvrak, çalımlı, sekerek, zikzak çizerek yürümek, keklik kaçışı.
kaygana: Yumurta aşı, omlet.
kayış atmak: Sözünde durmamak.
kazgıç: Çiğdem sökmek ya da pulluğun demirindeki toprağı temizlemek için yapılmış ucu sivri sopa.
kefek: Kolay işlenebilen yumuşak taş.
kele: “Ayol, hey, yahu” anlamında genellikle kadınlarca kullanılan ünlem, kız ya da kadın çağırma ünlemi. (Değişik yörelerdeki farklı anlamları: iyi, değerli, çok, boğa; sürülmemiş tarla.)
Örnek kullanım:
Vıh kele bacım nörüyon?
kelek: Ham kavun, şalak.
Örnek kullanım:
Ay doğar elek gibi,
Gün doğar melek gibi,
Şu Çandır’ın kızları,
Turfanda kelek gibi.
(Mâni)
kelem: Lahana.
keleş: Yakışıklı.
kelete: Değirmende öğütülmek için araya giren, öne alınan az ölçüde buğday. (Çoğu yörede kullanılan bu sözcük çeşitli anlamlar içermektedir: değirmencinin öğüttüğü undan aldığı pay, ölçek, küçük harman, ayakkabı çekeceği, cılız hayvan, çamaşır yıkanırken komşudan yıkanmak için gelen birkaç parça çamaşır, çuval, koyun derisinden yapılan torba, dağarcık, çirkin, kötü, gösterişsiz, kaba, önemsiz nesne, artık, ufak tefek, toprağı az olan çiftçi.)
kelik: Bahçede iki karık arasındaki sınır.
kemçik: Alt çenesi çıkık, üst çenesi içeriye çökmüş gibi duran, dişleri üst üste gelmeyen, burnu basık, asık yüzlü, çirkin, sıska, cılız, ince yüzlü (insan için).
kenef: Tuvalet, kadınlar için pis, kötü anlamlarında kullanılan bir hakaret sözü.
kepenek: Kelebek.
kepermek: kabuğu soyulmak.
kerç: Zıt, karşıt, ters, inatçı.
kerçine gitmek: İnatlaşmak.
kerkinmek: Birisinin arkasına değmek, sürtünmek, erkek hayvanın dişisine karşı çiftleşme istediğini belirten hareketler yapması.
kerme: Gübre, tezek, kesek, parça, deride kalınlaşmış kir tabakası, başta olan kepek, yara üstünde oluşan kabuk.
kesegen: Bitki köklerini yiyen, dana burnu da denilen bir böcek, fare, kesici, keskin.
Örnek kullanım:
Sıçandan doğan keseğen olur.
(Atasözü)
kesek: İri toprak parçası.
keslemek: Ağacı daha küçük parçalara ayırmak.
kesmek: Birinin arkasından konuşmak, dedikodusunu yapmak, aleyhinde bir şeyler söylemek.
Örnek kullanım:
Kaynanam kara testi,
Beni oğluna kesti,
Kesti ise ne yaptı?
Akşam bağrına bastı.
(Mâni)
kesmik: Saman irisi, buğday sapının boğumlu yerleri.
kevik: Zayıf, yuka.
kevzi: Bir cins zararlı böcek.
kıgak: Koyun pisliği.
kındap: İp.
kırcı: Dolu, ufak ve sert taneli kar.
Örnek kullanım:
Geçen kervan kıranlı mı?
Başın yine dumanlı mı?
Kırcılı mı, dumanlı mı?
Şimşek şimşek çakar mısın?
(Nizami NEFESLİ)
kırgı: Tarıma uygun olmayan boz, verimsiz alan.
kırık: Erkek ya da kadının yasak aşk yaşadığı kişi, oynaş.
Örnek kullanım:
Avradın kırığını kocası, kızın kırığını kardaşı getirir.
(Atasözü)
kırışmak: Caka satmak, hava atmak.
kırklık: Koyun yünü kesme aracı, yün makası.
kırma: Ana ve babası ayrı cinsten olan hayvan (at ve eşekten olma katır gibi), hayvan yiyeceği.
kıstırma: Saç tokası.
kırtlama: Küçük parçalara ayrılmış şekeri ağızda tutarak çay içme biçimi, kıtlama.
kıska: Arpacık soğanı, soğanın iç bölümü.
Örnek kullanım:
Kıskadan olur soğan, dayıdan olur yeğen.
(Atasözü)
kıvık: Yarı açık, az açık.
kıvrak: İnce tülbent ya da ipekli baş örtüsü.
kıyık: Çuvaldız.
kızan: Kedi, köpek gibi hayvanların çiftleşme isteği gösterdikleri durum, zaman (Bazı yörelerde: çoluk çocuk, oğlan, erkek çocuk.)
kilte: Kemerlerdeki deliğe giren uç.
kintik: Parmakla sert vuruş.
kip: Tam oturmuş, uymuş, yakışmış.
kirik: Yeni doğmuş eşek yavrusu.
kirmen: Dibekte, havanda tahıl dövmeye yarayan tokmak, kirman.
Örnek kullanım:
Anam kirmenini alsın eline,
Çıksın baksın gurbet elin yoluna,
Kız gelin gördükçe bağrı deline.
(Kına türkülerinden)
kirtik: İyice eriyip küçülmüş sabun.
kirtiş: Pürüz, girinti çıkıntı, eğri olan şey, keskin ve sert kayalardaki sivri çıkıntı.
kirtişli: Pürüzlü, girintili çıkıntılı.
kişkillemek: Köpeği boğuşması için tahrik etmek.
kit: Anahtar.
kitlemek: Kapıyı kilitlemek.
kitli: Kilitlenmiş.
Örnek kullanım:
Kapını kitli tut, komşunu hırsız tutma.
(Atasözü)
kodak: Küçük çivi.
Örnek kullanım:
Çatal kapı budaklı,
Kundurası kodaklı,
Ne kırışın anası?
Oğlun eşek kulaklı.
(Mâni)
koğ (kov): Yerme, çekiştirme, arkasından konuşma, dedikodu yapma.
kolan: At, eşek vb. hayvanların semerini veya eyerini bağlamak için göğsünden aşırılarak sıkılan yassı kemer, dokuma, deri, kenevir vb. maddelerden yapılan yassı ve enlice bağ, yünden ya da iplikten yapılmış, üzeri işli ince kuşak.
konur: Griye çalan at rengi.
köm: Koyun ağılı, kom.
Örnek kullanım:
Davar; kömünü itsiz, sahibini itsiz bırakmaz.
(Atasözü)
kömbe: Un, tuz ve yağ ile yoğrulan kızgın sacda veya fırında pişirilen ekmek.
köremez: Çiğ sütle, yoğurt karıştırılarak pişirmeden yapılan bir çeşit yiyecek, ayranla pişmiş süt karıştırılarak yapılan yiyecek, içine ekmek doğranmış ayran, oyun ya da keçiden sağılarak içilen çiğ süt, koyulaşmış koyun ve keçi sütü.
Örnek kullanım:
Çobanın gönlü olursa tekeden köremez çıkarır.
(Atasözü)
kösnü (körkösnü): Köstebek.
köşek: Bir yaşına kadar olan deve yavrusu.
kötek: Dayak.
Örnek kullanım:
Çatal kapı eteği,
Kızlar balın peteği,
Oğlan kaçtı, kurtuldu,
Kezban yedi köteği.
(Mâni)
kötelemek: İtmek, fırlatmak.
köz: Kor parçası, ateş.
köz tavası: Ateş küreği.
kuba: Kümes hayvanlarının ve kuşların tüyden tepeliği.
kubalı: Tüyden tepeliği olan.
kubat: Kaba.
kubarmak: Hindi ya da güvercinin tüyleri kabarmak, çalımlı bir tavır almak.
kula: Kreme çalan at rengi.
kunnamak: Doğurmak (hayvanlar için).
Örnek kullanım:
… Sorma hanım, bizim komşunun eşeği kuyruksuz kunnamış. Ne yapacağımı şaşırdım…
(Bir fıkradan)
kuskun: Hayvanın kuyruğu altından geçirilerek eyere bağlanan kayış. (Bazı yörelerde: şalvarın arkasında bulunan ve kuşağa bağlanan ip, don paçası, bebek bezi, kadınların âdet bezi.)
kuşluk vakti: Güneş doğduktan biraz sonraki zaman.
külek: Bal, yağ, yoğurt vb. şeyler koymaya yarar tahta kova.
kümük: Dökük dişli.
kürtün: Yük hayvanlarına vurulan semer, palan.
Örnek kullanım:
Eşeğine kızar, kürtününü döver.
(Deyim)
kürümek: Kar, çamur, toprak gibi şeyleri İterek bir araya toplamak, küremek.
küsküç: Havuç, çiğdem vb. çıkarmakta kullanılan ağaç ya da demir sopa.
-L-
lalanmak: Alay etmek, birinin yaptıklarını yineleyerek eğlenmek.
-M-
madara olmak: Rezil olmak.
makat: Minderli alçak sedir.
malağma (malama): Samanla karışık tahıl, dövülmüş, ama savrulmamış tahıl ve saman karışımı.
malamat: Rezil.
maraz: Hastalık.
marazlı: Hastalıklı.
masimek: Önemsemek, değer vermek.
maşala: Büyük karık.
mataf: Çeşit çeşit eşya.
Örnek kullanım:
Bahçalarda bal gabak,
Açılır tabak tabak,
Yâr seni beğenmezken,
Aldığım matafa bak.
(Mâni)
melefe: Yorgan kılıfı, yüzü.
meres: Hayvan yaşı.
meses: Yün çırpmakta kullanılan uzun ve ince sopa.
metel: Öykü, masal, masalların giriş bölümündeki koşuk, bilmece, atasözü, şiir, mâni, şilte, mesel.
Örnek kullanım:
Metel metel meniki,
Oğlu kızı on iki,
Metel başın bağlamış,
Döne döne ağlamış.
(Bilmece)
mezbele: Çöplük.
mıh: Çivi.
mıkla: Soğan ağırlıklı tava yemeği.
mılcımak: Yumuşayıp, sulanıp bozulmaya yüz tutmak, çürümek (meyve, sebze vb. yiyecekler).
mınna: Amca, emmi.
mırıl: Çamurla karışık akan su.
milek: Kokuşmuş çamur, balçık.
muhkem: Güçlü, sağlam.
mulus olmak: Birinin ocağına düşmek, başkasının insafıma kalmak.
mundar: kendiliğinden öldüğü için eti yenilmeyen hayvan, pis, kirli.
musmul (mısmıl): Yenilmesi sakıncalı olmayan kesilmiş hayvan eti.
muştur: Yalancı, rol yapan.
müzevir: Dedikoducu, ara bozucu.
-N-
nahas (ne has): Hayrola, bu nasıl oldu (beklenmeyen, umulmayan bir davranış karşısında söylenen bir şaşkınlık sözü).
nalın (nalin): Hamam gibi zemini ıslak yerlerde kullanılan, ağaçtan yapılmış bir tür terlik, nalın, takunya.
Örnek kullanım:
Ak kolunda al halkalı gelinler,
Ayağında çift nakışlı nalınlar,
Ağrek yerlerinden sütten gelenler,
Muhtar emmi n’oldu benim köyüme?
(Salim GÜLBAHÇE)
namlı: Saman yığını.
namtı: Sapsız bıçak.
narpuz: yabani nane.
natır: Kadın hamamcı.
navrak: Yüz, surat, çehre.
naziyo (a’nın okunuşu uzun): Ne gezer (bir şeyin kendisinde olmadığını anlatmak için kullanılan bir deyiş).
neşaal: Nasıl?
noda: Üstü topraklanmış artık saman yığını.
nodul : Övenderenin ucundaki küçük ve ince sivri demir.
nörek: Ne yapalım?
nörüyon: Ne yapıyorsun?
-O-
oduyenli: Hafif, oturaksız.
oklağaç: Oklava.
okuntu: Yakınları, tanıdıkları düğüne çağırmak için gönderilen küçük hediye.
omaç: Tereyağla karışık ekmek.
onculayın: Ona göre, onun gibi.
oştlamak: Kedi, köpek gibi hayvanları kovmak.
oşukçu: Bir başkasını aşırı biçimde öven, argo deyişle yağlayan kişi.
oynaş: Erkek ya da kadının yasak aşk yaşadığı kişi, kırık.
-Ö-
öpçe: Şımarık, bilgiçlik taslayan, övüngen.
örklemek: Hayvanları otlamaları için uzun bir iple çayıra, kazığa bağlamak, örüklemek.
örtme: Üstü kapalı, önü açık yer, baş örtüsü.
örüm: Koyunların gece yaylımı, otlatılması.
ötürmek: Sulu dışkı çıkarmak, ishal olmak.
ötürük: Olağandan daha çok, daha sık ve sulu dışkı çıkarma, bağırsakları bozulma, sürgün, iç sürme, amel.
öz: dere.
Örnek kullanım:
Benim yârim pek güzel,
Öz kıyısında gezer,
Kara yağız kendisi,
Baktıkça ciğer ezer.
(Mâni)
özelemek. Bir sözü ya da savı (iddiayı) gereksiz yere uzatmak.
özemek: Azar azar bu katarak karıştırmak.
-P-
patır: Peltek, kekeme, dilsiz.
pehli: Kaburga kemiği ya da kürek kemiği etinden buğuda pişirilen yemek.
pek: Sert, sağlam, dayanıklı.
pelver: Salça.
perçem: Kekil.
peşkir: Havlu.
pına: Yamalık niyetine kullanılan lastik ya da deri parçası.
Örnek kullanım:
Eski çarık pınası, bunun gelin neresi?
(Deyim)
pırtı: Giysi.
pırtmak: Yerinden çıkmak, sapmak, kaymak, Tutulan bir şey elden kaçmak, kurtulmak, bağlı bir şey çözülüp kaçmak (canlı ve cansızlar için) elden kaymak, bozmak, ortalığı karıştırmak.
pısmak (pusmak): Sinmek, bir şeyi kendine siper edip saklanmak, ortalığı hafif sis kaplamak.
pinnik: Kümes.
poşu: gelin duvağı üstüne örtülen ipek eşarp.
Örnek kullanım:
Başımdaki poşular,
Ildır ıldır ışılar,
İki yıldır yâr sevdim,
Yeni duydu komşular.
(Mâni)
pöhrek: Su borusu.
pörtlek: Gözleri dışarı fırlamış.
pür: Çam, ardıç, ladin gibi ağaçların iğne gibi ince yaprakları.
pürçüklü: Havuç.
-S-
saçak: Bazı giyim eşyalarında ya da döşemeliklerde kumaş kenarlarına dikilen süslü iplikten püskül.
saçaklı: Saçağı olan, püskülü olan.
Örnek kullanım:
Saçaklı bir hanım geldi,
Soframızın tadı geldi.
(Bilmece)
saçı: Gelinin düğünün son günü aldığı hediyeler, gelinin başından aşağı saçılan çiçek, şeker, arpa, para vb. şeyler.
saçkı: Çoğunlukla tandırda yakılan iri saman ve gübre karışımı. (Bazı yörelerde: bolluk, bereket olacağı inancıyla düğün günü gelinin havaya saçtığı buğday, ısırmaması için köpeğin ağzına takılan ağaç.)
Örnek kullanım:
Elbisesi deriden,
Kulakları demirden,
Hanım ile oynatan,
Bir yanı saçkı, samanlık,
Bir yanı tozluk, dumanlık.
(Bilmece)
saçım: Üzerinde bir düven’in çalışabileceği sayıda biçilmiş ekinden oluşan yığın, demet, bağ.
sako (saho): Ceket, palto, pardösü.
salaca: Tabut.
samranmak: Uykuda konuşmak.
sap: Demet durumundaki ekinler.
sası: Tadı bozuk.
sayvat: Evlerin dışında üstü örtülü, yanları açık genişçe saçak altı, teras.
sedir: Kol koyacak yeri olmayan, arkalıksız, üstü minderli ve yastıklı olabilen kerevet, divan.
seki: Bir tür oturak, makat.
Örnek kullanım:
Akşam gelen misafirin yiyeceği bulgur sıkısı, yatacağı ahır sekisi.
(Atasözü)
seklem: Kıldan, yünden dokunmuş çuval, dolu çuval.
seme: Aptal, ahmak.
semelmek: Aptallaşmak.
serpenek: Kapatan, gölgeleyen (dam için).
sevindirik olmak: Çok sevinmek.
seyip: Başıboş, sahipsiz.
sıcak vermek: Tandırdan yeni çıkan ekmekten ikram etmek.
sığıç: Sığınmış, başkasının korumasına gereksinim duymuş.
sığırlık: Ahır.
sınar: Akraba, hısım.
sındı: makas.
Örnek kullanım:
Ay doğar hindi gibi,
Kanadı sındı gibi,
Yârimden mektup gelmiş,
Kokuyor kendi gibi.
(Mâni)
sınık: kırık çıkık.
sınıkçı: Kırık çıkık tedavisi yapan kişi.
sıpalamak: Doğurmak (eşekler için).
sıracalı: Pis, beceriksiz. (Bu sözcük aslında “veremli” anlamında kullanılır ve bir tıp terimi olan “sıraca”dan türemiştir. Ancak Yozgat yöresinde bu anlamından farklı kullanılmaktadır.)
Örnek kullanım:
Karşıda kara çalı,
Kararıp durma çalı,
Ben sana varır mıyım?
Sümüklü, sıracalı.
(Mâni)
sırım: Deri ip.
sırınsı: Kırılması zor, sert ağaç.
sıtkını sıyırmak: Artık güvenmemek.
sıttırmak: Birden suyunu çıkarmak.
sıyırgı: Sıyıran, toplayan tarım aracı, bir bıçak türü.
sinnek: Geçimsiz kocakarı, yaşlı kadın.
sitil: Küçük, kulplu kova.
siymek (siğmek): Kedi, köpek gibi hayvanlar için işemek.
Örnek kullanım:
Martta yağmur yağmasa, nisansa yağsa dinmese, mayısta sıçan siğmese, ekinim sulanır, yaz olur; koyunum yayılır, yoz olur.
(Atasözü)
soğluk (soğukluk): Soğuk su çeşmesi. (Yozgat’ta “Çamlık” için de “soğluk” denilmektedir.)
Örnek kullanım:
Yozgat’ı sel almış, Soğluk’u duman,
Sıtkınan seviyom, billahi inan,
Ölüp de kabire girdiğim zaman,
Ben susayım, kemiklerim söylesin.
(Yozgat Sürmelisi’nden)
soğulmak: Kesilmek, arkası gelmemek (inik, koyun gibi hayvanların sütü için).
soku: Tahıl dövmeye yarayan büyük taş dibek, dibekte, havanda dövme işini yapan tokmak. (Çeşitli yörelerde farklı anlamları: kısa boyunlu (kimse), kapı sürgüsü, kuyruk sokumundaki kemik, kilim tezgâhlarında ipleri gergin tutmaya yarayan değnek.)
Örnek kullanım:
Bulguru aşırtırlar,
Sokuda taşırtırlar,
Şu Yozgat’ın kızları,
Adamı şaşırtırlar.
(Mâni)
sormuk: Çocuk emziği, tülbent içine lokum, şeker konularak küçük çocuklara verilen emzik biçiminde nesne.
sorutmak: Surat asmak, somurtmak, ayakta durmak, dikilmek.
soyka: İşe yaramaz nesne, yaramaz, huysuz.
soyutmak: Birinin giysilerini çıkarmak.
söye: Kapı kenar ağacı.
sumsa (sumsuk): Yumruk.
sülenke: Yassı ve küçük taş.
sümsük: Uyuşuk davranan, miskin, aptal, mıymıntı, sünepe, pısırık (kimse).
sümtük: Açgözlü, gördüğünü isteyen, doymayan, pisboğaz, obur.
sündürme: Tavada peynir ve yufka ile yapılan bir yiyecek.
süt eşi: Yoğurt mayası.
süyüm: İğneye geçirilen bir sap iplik.
Örnek kullanım:
İnce çektim süyümü,
Yârin bilir huyumu,
Teneşire çıkarsam,
Yârim koysun suyumu.
(Mâni)
-Ş-
şağal: Şekil, biçim, nasıl.
şalak: Olgunlaşmamış kavun, kelek.
şaplak: Şamar, tokat.
şarkada: Şımarık.
şebelek: Çok çirkin yüzlü, maskara, maymun, şebek.
şelek: Sırtta taşınan yük.
şemen: Kokulu küçük kavun.
şemşamer: Ay çekirdeği, günebakan.
şerbetli: Kötü olaylara alışık, onlardan etkilenmeyen, kötülüğe karşı korunmuş olan.
şıltak: Numaradan bağırıp çağırma.
şıltakçı: Yalandan, numaradan bağırıp çağıran, ağlayan.
şına: At arabası tekerinin demir çemberi.
şıvgın: Budanmış yaşlı ağaçların budanan yerlerinden çıkan taze sürgün, filiz, fırtınayla yağan yağmur.
şibi: Ördek.
şif: Suyu alınmış üzüm kalıntısı.
şifemek: Birini aşağıdan alıp sakinleştirmek.
şikarlanmak: Nazlanmak.
şikirsiz: Suratsız, çirkin.
şipir şipir: Çabuk çabuk, damlaların art arda düşmesinden çıkan ses.
Örnek kullanım:
Aşağı iner tıkır tıkır,
Yukarı çıkar şipir şipir.
(Bilmece)
şire: Üzüm suyu.
-T-
talaka: At arabası.
talaz: Toz fırtınası, hortum (Değişik yörelerdeki farklı anlamları: dalga, kasırga, ipekli kumaşların örselenmesiyle yüzündeki tellerde oluşan kabarıklık, motor ve kayıkların yan tahtaları.)
taman: İşte.
tavatır: Çok iyi, çok güzel, eşsiz, güçlü, yaman
teleme: Torba yoğurdu, süzme yoğurt.
terek: Mutfak eşyaları koymaya yarayan üç raflı dolap, tel dolap rafı, duvar rafı.
Örnek kullanım:
Terekteki siniler,
El değmeden iniler,
Gurbetteki yârimin,
Kulakları çınılar.
(Mâni)
teşt: Çamaşır leğeni, büyük leğen.
tezmek: Birden koşmak (buzağı için).
tığ: Buğday ya da arpa yığını, ekin yığını.
tıngır: Metal bir nesne sert bir yüzeye düştüğü zaman çıkan ses, Yozgat’ta kullanılan anlamı; parasız, züğürt, boş.
toklu: Bir yaşına gelmiş kuzu. (Zayıf, çelimsiz çocuklar için “kötü toklu” deyişi kullanılır.)
tokmalamak: Hareket edemeyecek kadar çok yemek.
tomurgu: Büyük testere.
toplu: Küçük pencere, cam.
tor: Yeni yetişmiş, acemi.
tort: Üzerinde çiviye benzer sivrilikler bulunan demir köpek tasması.
tosbağa: Kaplumbağa.
töhmürük: Kesik kesik öksürük.
töhmürüklü: Öksürüklü, hastalıklı.
tuman: Don, şalvar, pijama.
tummak: Suya dalmak, birine saldırmak.
tumdurmak: Suya batırmak
tülek: Kurnaz açıkgöz, düzenci, güvenilmez, tüyleri dökülmüş tavuk. (Değişik yörelerde farklı anlamları: çok tüylü bir çeşit deve, yavru keklik, yaşlı, kart keklik, erkek keklik, yuvasını unutmayan, geri dönen kuş, kül süpürmeye yarayan tavuk, ördek vb. kuş kanadı, evlenmemiş, yaşlı kız, bakkalların kâğıttan yaptıkları külah, çok genç, delikanlı, ava alıştırılmış, tüy değiştirmiş, zengin, saygın, sakin, gururlu.)
-U-
uflak: Bıçak.
ufra (ufralık): Hamur bezesi açılırken kullanılan yapışmayı engelleyen un.
Örnek kullanım:
Evinde yok ufralık, gönül ister kahyalık.
(Atasözü)
uğunmak: Büyük bir üzüntü veya acıdan kıvranmak, soluğu tıkanmak, ağlaya ağlaya bayılmak.
uğundurmak: Canını yakıp ağlatmak acı çektirmek.
uğurcalık: Çocuğun beşikten düşmesini engelleyen bez kuşak.
uluk: Miskin, tembel, pasaklı, hastalıklı, çürümüş, çürümeye yüz tutmuş.
urelenmek: Irgalanmak, sallanmak, salına salına yürümek, nazlanmak.
urupla (uruplağa): Bir kiloluk tahıl ölçü birimi.
usturuplu: Ağır başlı, oturaklı, güzel, yerinde.
-Ü-
üreluğun: Dün değil, önceki gün.
üsberlemek: Gereksiz yere ısrar etmek.
ürümek: Havlamak.
Örnek kullanım:
İtin ürümeyenini kapıya koymazlar.
(Atasözü)
ürüsüm: âdet, gelenek görenek, töre.
ütüzlenmek: Ortalıkta gereksiz dolaşmak.
üzlük: Topraktan yapılmış, kulpsuz, küçük çömlek, çanak.
-V-
vazırdamak: Anlamsız, yersiz, çok konuşmak, sürtülen iki sert ağaç ses çıkarmak.
veceddi: Arabaşı çorbasının içindeki et.
verep: Yokuş.
vesek: Rehin, tutu, yardımcı.
vıh: Vah anlamında acıma sözü.
-Y-
yaban: İnsan yaşamayan ıssız yer, sıla, gurbet, yabancı, el.
yadırgı: Yabancı, başkası, el.
yağarnı: Sırt.
yağdalı: Yakası kirli.
yağlık: Mendil.
yalabık (yalabımak): Şimşek.
yampiri: Eğri büğrü, yan yan ve çarpık giden.
yangı: Aşırı sevgi, tutku.
Örnek kullanım:
Ziya’mın yangısında,
Şu gönlüm hangisinde?
Yozgatlı bir hoş olur,
Sürmeli Türküsü’nde.
(Ertuğrul KAPUSUZOĞLU)
yansılamak: Taklit etmek, öykünmek.
yapık: Baş örtüsü, yemeni.
yastılık: Yastı vakti yenilen.
yatık: Yassı, ağaç su testisi.
yayıncımak: Yalvarıp yakarmak.
yaykalamak: Suyla sallayarak yıkamak, temizlemek.
yaymak: Hayvan otlatmak.
yazgı: Kader, alın yazısı.
yazı: Düz yer, ova, kır.
Örnek kullanım:
Yazıda yayılmış. gölde su içmiş.
(Deyim)
yeğni (yiğni): Ağır olmayan, hafif.
yel: Rüzgâr, ağrı, sızı, karın bağırsaktaki gaz (osuruk).
yeldirmek: Aceleyle koşmak, koşuşturmak.
yelikmek: Şımarmak.
yellemek: Birini kötü bir şey yapması için tahrik etmek, kışkırtmak.
yellenmek: Kalın bağırsaktaki gazı çıkarmak, gaz çıkarmak, osurmak.
yellendirmek: Yellenme eylemini yaptırmak, destekli sallamak, güç vermek.
yelli: Yeli çok olan, hğzlı, osuruklu
yelmek: Koşuşturmak.
yeşillenmek: Birine kur yapmak, kendini beğendirmeye çalışmak.
yeygi: kış için hazırlanmış un, bulgur gibi yiyecekler.
yılık: Şaşı gözlü, çarpık, eğri.
yılkı: At, eşek gibi tek tırnaklı hayvan sürüsü, başıboş bırakılmış at ya da eşek.
yılkılık: Yaşlı atların kışın doğaya bırakılması.
yeğin: Zorlu, katı, şiddetli, baskın, üstün, yiğit, güçlü, çalışkan, bereketli.
yonu: Yontulmuş taş, yapılarda kullanılan iri taş, tuğla.
yordam: Gelenek görenek, görgü, usül.
yoz: Üç dört sürülük koyun, koyun sürüsü.
Örnek kullanım
Ey güler yüzlü şehir,
Bildim, adın Yozgat’mış.
Bir pirin duasıyla,
Hak, yozuna yoz katmış.
(Arif Nihat ASYA)
yuka: Zayıf, ince, hafif, dayanıksız.
yumak: Yıkamak.
Örnek kullanım:
El eli yur, el de yüzü.
(Atasözü)
yumuş: Yapılması istenen şey, emir, buyruk.
yunak: Çamaşır, çamaşır yıkanan yer, yıkanılacak yer, hamam.
yunaklık: Çamaşır yıkanan, banyo yapılan yer.
Örnek kullanım:
Soku etrafında halay tutanlar,
Çul sergiler dizip hedik yapanlar,
Yunaklıkta türlü türlü mani yakanlar,
Muhmar emmi n’oldu benim köyüme?
(Salih GÜLBAHÇE)
yüğrük: İyi yürüyen, koşan, çevik, güçlü.
Örnek kullanım:
Yüğrük atın çiftesi pek olur.
(Atasözü)
yüksük: Dikiş dikerken, iğnenin batmasını önlemek için parmak ucuna takılan kesik koni biçiminde gereç.
Örnek kullanım:
Yüksük taktım karalı,
Anam derdin sıralı,
Bilmiyorum nereli.
Kız anam kınan kutlu olsun,
Yârinin ağzı tatlı olsun.
(Kına türkülerinden)
yülemek: Dikenli şeyleri, kabukları bıçakla hafif hafif temizlemek.
-Z-
zabın: Yoksul, şaşkın, miskin.
zağar: Bir cins çoban köpeği.
Örnek kullanım:
Tazılar tavşan tutuyor, zağarlar kırıp geçiriyor.
(Deyim)
zağlamak: Hızla, akarcasına kayıp gitmek, iplik yumaktan, makaradan boşalmak, kuş süzülerek yüksekten inmek.
zahar: Sanırım, herhalde, galiba.
zahire: Kışlık yiyecek.
zehen: Yemek kabı, tencere.
zelve (zevle): Çift öküzünün boyunduruktan çıkmaması için boynunun iki yanından boyunduruğa, aşağıya doğru geçirilen çubuk.
zemheri: Kara kış.
Örnek kullanım:
Koyunu özde gördüm,
Sürmeyi gözde gördüm,
Zemheride gül olmaz,
Ben gülü kızda gördüm.
(Mâni)
zerze: Kapı kilidi.
zıbarmak: Ölmek, gebermek.
zılgıt: Tersleme, azar.
zıllımak: Oyunda mızımak, oyunbozanlık etmek.
zırıl: Çok iri.
zıvgalı: Sevgili, yavuklu.
Örnek kullanım:
Kaşmir üstünde sındı,
Bu iş peşime bindi,
Kalk çarıklı yanımdan,
Zıvgalım gelir şimdi.
(Mâni)
zibil: İşe yaramaz, çok.
zonguldamak: Üstündekini sarsarak yürümek (at, eşek için), oturduğu yerde tepinir gibi yapmak, zonklamak.
Örnek kullanım:
Abdalın eşeği zonguldamış da, “Keşkem de keşkem.”demiş.
(Deyim)
zortlamak: Birdenbire sıçramak, öfkeyle ayağa kalkmak, yersiz konuşmak, davranmak, yapamadığı işleri yaparmış gibi görünmek.
zoypuntu: Oynak, saçmalayan kişi.