Bilmek İstedikleriniz, söylenmeyenler, gerçekler, patron milleti, iyi patronlar, iyi çalışma ortamları, erbakan, necmettin erbakan, 28 şubat, şevket eygi, sarımsak limon, tam sağlık, ayaktan sağlık, aytunç altındal, hasan el benna, muhammed ali, malcolm x, adnan menderesin son mektubu, atatürk vasiyet, atatürkün vasiyeti,
Tarih İçinde Yalan Barındırmaz
Bunu Elbet Öğrenirsin
Önce Yada Sonra ...

28 Şubat Süreci ve
Post Modern Darbesi

 

28 Şubat Süreci ve 28 Şubat Postmodern Darbesi

Türkiye'de halkın oylarıyla yönetime gelen siyasî iktidarların askerî devlet geleneğiyle bağdaşmayan icraatlarını takiben çeşitli şekillerde askeri müdahaleler meydana gelmiştir. Bu bağlamda 28 Şubat darbesi, "irticâ" tehdidi ve lâikliğin elden gitme tehlikesi bahanesiyle dönemin iktidarını değiştirmeye yönelik olarak asker, medya ve iş dünyasının ittifakıyla yapılmıştır. Bu dönemde hukuk devleti kuralları hiçe sayılmış ve demokrasiye sistem dışından müdahale edilerek siyâsî iktidar baskı kullanılmak suretiyle değiştirilmiştir.[1]

28 Şubat süreci, Refah Partisi'nin koalisyon liderliğini sonlandıran ve aynı zamanda "askeri elit"in sivil iktidarın meşrulukine ilişkin 1980 darbe dönemi algısında kırılmaya işaret eden olaylar silsilesinin genel adıdır. Diğer yandan 28 Şubat süreci, askeri yüksek bürokrasinin Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki darbe ve askeri vesayet geleneğindeki pratiklerle siyâsî kurum ve iktidara yönelik müdahalesinin sonuncusudur.[2]

28 Şubat, Türkiye'de yaşanan toplumsal değişimleri ve yeni talepleri karşılama noktasında devlet erklerinin ve toplumsal grupların yeterli hoşgörü ve kuşatıcılığı gösterememesi, toplumu ve değerlerini anlamlandıramaması, daha net bir ifadeyle toplumla empati kuramaması sonrasında yaşanan kırılma sonucu ortaya çıkan bir olgudur. Bu bağlamda 28 Şubat, Türkiye'de din eğitiminin dönüşümü noktasında en belirgin duraklardan biridir. Devlet, bu süre zarfında insanların hak ve özgürlüklerini son derece sert tedbirlerle kısıtlama yoluna giderek, toplumda acı deneyimlerin yaşanmasına neden olmuştur.[3]

“28 Şubat bir süreç midir, darbe midir” sorusu, son birkaç yıla kadar tam olarak cevaplanabilmiş değildi, çünkü etkisi ne kadar yoğun hissedilse de askerî müdahale öncekilerden farklı bir biçimde gerçekleşmiş ve yaşananların bir darbe olarak algılanması zaman almıştır. Çünkü 1 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Muhtıra gibi tavsiye” başlığıyla Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu verilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihinde muhtıra yayınlanmasına rağmen aynı yılın yazında darbe beklentileri olduğuna dair haberler gündeme gelmiştir. "28 Şubat nedir?" sorusunu sorduğumuzda, 28 Şubat 1997 tarihinde yayınlanan askerî muhtırayla başlayan süreç cevabını verebiliriz. Elbette bu, yeterli bir açıklama değildir. Çünkü öncesinde ve sonrasında yaşananlar bu süreci anlamlı ve anlaşılır kılacaktır. Söz konusu süreci anlamak için kimi yazarlar, Cumhuriyet'in kuruluşu ve çok partili döneme geçişe kadar gitmektedirler, çünkü Cumhuriyet tarihimizde birçok kez darbe deneyimi yaşanmış ve bu deneyimler, çok partili döneme geçtikten sonra meydana gelmiştir.[4]

Yine birçok yazar, "28 Şubat'a götüren nedenler" dendiğinde 1994 yerel seçimlerini baz almış; fakat bitişi konusunda çok farklı görüşler ortaya konmuştur. Kimine göre dönemin başbakanı Necmettin Erbakan'ın başbakanlıktan istifa etmesiyle, kimine göre de Refah Partisi'nin kapatılmasıyla süreç kapanmıştır. Kimi yazarlarsa AKP'nin kurulması ve hükümet olmasıyla sürecin bittiğini söyler, ancak bıraktığı izlere bakılırsa aslında bu sürecin bütünüyle kapanmadığı da söylenebilir. Çünkü asker, kendini takip eden yıllarda tekrar tekrar hissettirmiştir.[4]

27 Mayıs Darbesi'nin ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görevini askerlik mesleğinin gereklerine uygun olarak yerine getirmesine ilişkin hükümleri içeren 211 sayılı İç Hizmet Kanunu çıkarılmıştır. 211 sayılı Kanunun Umumi Vazifeler başlıklı 35. Maddesi “silahlı kuvvetlerin görevi; Türk yurdunu ve anayasayla tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamaktır”şeklinde belirlenmiştir. 211.sayılı Kanununun 35. Maddesindeki “Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevi“ önem kazanmaktadır. 12 Eylül Darbesi de bugün yürürlükte olan 211 sayılı Kanunun 35. Maddesindeki aynı ifadeye dayanılarak gerçekleştirilmiştir. Özellikle darbeler açısından bakıldığında İç Hizmet Kanununun bu maddesine dayanılmasının hukuksal açıdan hiçbir değerinin bulunmadığı tartışmadan uzaktır. Hiçbir kanun gerektiğinde anayasanın uygulanmasının durdurulması ve yürürlükten kaldırılması yetkisini herhangi bir makama veremez. Söz konusu hüküm Türk Silahlı Kuvvetleri'ni rahatsız eden gelişmeler olduğunda, politikaya ve siyâsal iktidara uyarıda bulunmayı meşrulaştırmak için kullanılabilmektedir.[5]

Türkiye'de 1990'lı yıllardan itibaren yapılan yerel ve genel seçimde Refah Partisi'nin yükselen grafiği yakından takip edilmiş; bu gelişme, "Türkiye'nin muhafazakarlaşması""irticânın yükselişi" gibi ideolojik bir temelde ele alınarak, Refah Partisi'nin temsil ettiği Milli Görüş çizgisi, devleti yıkmaya yönelik bir iç tehdit olarak algılanmıştır. Bu rahatsızlık, Refah Partisi'nin 1990 ve 1994 yıllarında yapılan yerel seçimlerdeki başarısı, ardından Aralık 1995 genel seçimlerinde 1. parti olması ve nihayet 8 Temmuz 1996’da Refahyol Hükümeti'nin kurulmasıyla son çizgiye ulaşmıştır. Bu gelişme karşısında, söz konusu irticâî kişilerin orduya sızmış olduğu ya da sızmak istediği vehmine kapılan Komuta Kademesi tarafından, 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu Kararı'nın uygulanmasının takibi amacıyla, Batı Çalışma Grubu ve Mayıs 1997 ayında Genelkurmay 2. Başkanı'nın imzasıyla kabul edilen Batı Harekat Konsepti çerçevesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri personeline ve diğer kimi kişilere yönelik, aileleri de olmak üzere olmak üzere örtülü bir tespit ve fişleme operasyonuna girişilmiştir.[1]

Althusser, “gelecek, uzun sürer” derken haklıdır. Seksenleri doksanlar izlemiş ve zaman, bu haksızlığın ortadan kalkacağını umanları haklılaştırmamıştır. Aradan geçen 15 yılda yasaklar azalmamış, aksine 28 Şubat“post-modern darbe”si yaşanmış, yeni yüzyıla 3 kala gelen muhtırayla birlikte, sivil alanın daralmasına paralel olarak başörtüsü yasağı da genişleme ve kalıcı olma eğilimine girmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri ve özellikle de onun içindeki 1997 Muhtırasını gerçekleştiren “Batı Çalışma Grubu” adlı yasal temeli olmayan oluşum, valilikleri ve kaymakamlıkları gözetim altında tutarak, yetki alanlarındaki herhangi bir okulda ya da kamu kurumunda başörtülü kadın çalışana göz yumulup yumulmadığını denetletiyor, hatta bazen bizzat askerler okula baskın yapıp, derse başörtülü giren öğretmen olup olmadığını tespit etmeye çalışıyordu. Kimi zaman, başını açmak ya da peruk takmak da ceza almamak için yeterli olmuyordu. Hukuki temeli olmayan, ama ülkedeki fiili güç ilişkileri nedeniyle empoze edilen böyle bir ortam, ülkede etnik dinî önyargıları olan ya da cinsiyetçi temelde ayrımcılık yapmak isteyenler için zengin bir “av sahası” anlamına geliyordu. Kimi okullarda müdürler kadın öğretim elemanlarını sıraya dizip, saçlarını tutarak, başlarındakinin peruk olup olmadığını “denetliyorlardı”.[6]

Rejimin “laiklik, modernlik ve çağdaş medeniyete ayak uydurma şeklinde algıladığı temel payandalarının muhafızlığı rolünü tarihsel olarak özümsemiş ve içselleştirmiş olan” Türk Silahlı Kuvvetleri, 28 Şubat 1997 müdahalesi ile“Siyasal İslam'ın yükselttiği kimlik politikalarına karşı belirli bir yaşam tarzını ve rejim kimliğini (modern, çağdaş, laik sıfatlarıyla) ve siyâsal partiler konfigürasyonunu tercih ederek, siyâsal alanda bir tasfiyeye başvurmuştur”“Laik rejimin çizgisini zorlayan girişimler” (dönenim başbakanı Necmettin Erbakan'ın dış seyahatlerinde Libya, Endonezya, Malezya gibi ülkeleri seçmesi, Refah Partili yerel yönetimlerin “çeşitli” icraatları5, vs.) karşısında demokrasiye yapılan “balans ayarı” hakkında Orgeneral Çevik Bir'in müdahâlenin hemen sonrasında Washington Post muhabirine verdiği demeç, bu analizleri doğrular niteliktedir: 

"Biz, Silahlı Kuvvetler olarak anti laik akımları yok etmeye 1. öncelik veriyoruz. Bu akımlar orduya bile sızmaya çalışıyor. Laiklik karşıtı tehdit, 12 yıldır süren PKK tehdidinden daha ciddi duruma gelmiştir. MGK kararları üstünde, MGK'nin bütün üyeleri görüş birliğine varmıştır. Bunlar mutlaka uygulanmalıdır. Aksi halde ülkenin geleceği çok olumsuz etkilenecektir. Askerî darbelerin olumsuz sonuçlar yarattığını biliyoruz. Demokratik kurumların baskısıyla Milli Güvenlik Kurulu kararlarının uygulanacağına inanıyoruz."

Bir'in atıfta bulunduğu “demokratik kurumlar”ın arzu edilen “baskı”sı çok gecikmemiş, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sahip olduğu “siyâsal özerklik”e dayanarak topluma dayattığı fikirler, “silahsız kuvvetler” olarak nitelendirilecek bu kurumların kanaat önderleri tarafından kısa bir sürede büyük ölçüde benimsenmiştir. Bu kurumların 28 Şubat sürecindeki konum alışları, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Milli Güvenlik Kurulu dolayımıyla sahip olduğu gücün cebre dayalı bir güç olmaktan ziyade, hegemonik bir güç olmaya meylettiğinin en büyük işaretlerinden olmuştur. Çünkü, sosyalist bir çevre “ne şeriat, ne darbe!” cümlesiyle özetlenebilecek bir tavır geliştirmiş olsa da,“yüzü Batı'ya dönük kesimler”in genel tavrı, dönemin Genel Kurmay Başkanıyla Başbakanı'nı mukayese eden, “Karadayı, Erbakan'dan daha mı kötü?” anlayışını geçememiştir.[7]

28 Şubat Süreci'nde sivil toplum, sivil karakterini ön planda tutarak örgütlenememiş, sendikalar, dernekler, vakıflar ara rejimlerde hep devlete göre vaziyet almışlardır. Çünkü darbecilerin el koyduğu devlet gerek görmesi halinde kapıları mühürler, lüzum görmesi halinde büyük acılar yaşatır. Darbeler karşısında Türkiye'deki Sivil Toplum örgütlerinin durumu bize göstermiştir ki, hiç de yüz ağartıcı bir Sivil toplum geleneğimiz yoktur. Darbe dönemlerinde hemen hizaya getirilen, meşru siyasetin karşısında saf tutabilen militarizme boyun eğen bir anlayış özellikle 28 Şubat sürecinde öne çıkan “Beşli inisiyatif” ya da kendi ifadeleriyle “Beşli Çete” karakterine müdahale edilmiş bir sivil toplum örneği sergilemişlerdir.[8]

28 Şubat diye bilinen “postmodern darbe”, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin"irticâ"yı Türkiye Cumhuriyeti Devleti için öncelikli tehdit olarak gören raporuyla başlamıştır. Bugüne kadar gün ışığına çıkmayan bu dönemin “perde arkası”, Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı'nın “İrtica ne durumdadır?” başlıklı çalışmasında net bir şekilde görülmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1990'ların başında “bölücü terörü” öncelikli tehdit olarak görmekteydi ve bu dönemde 1. önceliği terörle mücadeleye vermişti. Bu mücadeleyi yürütmek için de 1992’de “Güven Çalışma Grubu”adı altında bir yapı kurmuştu. Güven Çalışma Grubu'nun terörle mücadelenin esaslarını belirleyen harekât konseptinde “Türk Silahlı Kuvvetleri, terörle mücadelenin hukuki sorumluluğu İçişleri Bakanlığı'nda olmasına rağmen iç tehditteki gelişmeler nedeniyle anayasal ve yasal görevlerinin gereği kendiliğinden terörle mücadelenin fiili sorumluluğunu üstlenmiştir.”yazmaktaydı. Fakat Türk Silahlı Kuvvetleri, 1990'ların 2. yarısı gelip Necmettin Erbakan'ın Refah Partisi seçimlerden 1. parti çıkınca ve Refahyol iktidarı işbaşına gelince 1. öncelikli tehdit olarak“irticayı” görmeye başlamış ve Güven Çalışma Grubu'nun terörle mücadelede elde ettiği başarıyı örnek göstererek, irticayla mücadele için de “Batı Çalışma Grubu”nu kurmuştur.[9]

28 Şubat 1997'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ordu komutanları rejimin laik ve demokratik niteliklerine zarar verildiği gerekçesiyle politikaya doğrudan müdahalede bulunmuş ve bu durum,“yumuşak darbe” olarak adlandırılmıştır.[10] Bu sürece giden yolda Necmettin Erbakan'ın Libya gezisi, İran Cumhurbaşkanının Türkiye ziyareti, Başbakanlıkta tarikat liderlerine verilen iftar yemeği, D-8 girişimi, Kudüs gecesi ve tankların gövde gösterisi tansiyonu iyiden iyiye yükseltmiştir. Ayrıca Susurluk kazası ve ona yönelik başlatılan ancak daha sonra hükümet ve“irtica” karşıtı bir harekete dönüşen ışık kapama eylemleri de medyada oldukça ses getirmiştir. Şüphesiz Refah Partisi'nin önde gelen isimlerinin kimi açıklamaları da gerginliği tırmandırmıştır. Fakat bütün bu olaylar, bir çeşit tetikleyici etki işlevi görmüştür. 28 Şubat sürecinin temel dinamiklerini otantik Anadolu burjuvazisinin, modern burjuvaziye meydan okuyacak kadar güçlenmesinde ve Milli Görüş'ün Soğuk Savaş dönemi sonrası siyasete gerektiği kadar uyum sağlayamamasında aramak gerekmektedir.[11]

27 Mayıs'ta, 12 Mart'ta, 12 Eylül'de ve 28 Şubat'ta şartlar suikastlarla, faili meçhullerle, sehpalarla, siyâsî linçlerle tamamlanmıştır. Gerçekten de Evren Paşa o konuda da tarihe önemli bir not düşerek ipucunu vermiş ve “12 Eylül öncesi şartların olgunlaşmasını bekledik.” demiştir. Toplumda biriktirilen çelişkiler 27 Mayıs'ta olduğu gibi 12 Eylül'de de cuntacılar tarafından teşvik edilmiştir. 28 Şubat'taysa "şartlar yeterince olgunlaşmadığından" ve kurguyu bozan Refahyol iktidarı yüzünden senaryoda değişikliğe gidilmiş, şartları olgunlaştıracak yeterli malzeme verilmediğinden magazinel unsurlar sahnelenmiş, DYP parçalanmış, Darbe ihalesi bu kez Silahsız kuvvetlere havale edilmiş, Refah Partisi, dinî cemaatler, başörtülü üniversite öğrencileri, dindar esnaf, tüccar üstünde ağır bir tazyik uygulanmış, milyonlarca insan fişlenmiş, binlerce insan derdest edilmiş, tehdit edilmiş ve hükümet düşürülmüş Refah Partisi kapatılmış, yerine kurulan Fazilet Partisi de kapatılmıştır.[8]

28 Şubat sürecinin tek hedefi hükümet değildir. Ana-akım medya organları için çalışan 2 tanınmış gazeteci, Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand da, Genelkurmay tarafından basına sızdırılan ve bu gazetecilerin PKK hesabına çalıştıklarını iddia eden düzmece haberlerin hedefi olurlar. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir tarafından düzenlenen sahte belgelere dayanılarak ve eski militan olduğu iddia edilen bir PKK muhbirinin ifadesi temel alınarak, bu 2 gazeteci askerin sızdırdığı bilginin doğruluğunu kontrol etme ihtiyacı hissetmeyen ana-akım medya tarafından “PKK ajanları” olarak damgalanır. Bu düzmece haberler sonucunda önce Mehmet Ali Birand'ın, ardından da Cengiz Çandar'ın Sabah gazetesindeki görevlerine son verilir. Yine PKK ajanı olarak damgalanan insan hakları savunucusu Akın Birdal'a suikast girişiminde bulunulur.[12]

Emniyet İstihbarat Dairesi eski başkanvekili Bülent Orakoğlu, "İhanet Çemberi" adlı eserinde 28 Şubat Sürecini şöyle değerlendirir:

"28 Şubat Süreci içinde meşru, bir şekilde iktidara gelmiş Refah-Yol Hükümeti'nin antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırılması operasyonuna, devletin en üst katlarında bulunan Cumhurbaşkanlığı kurumuyla siyaset mekanizmasının ve medyanın önemli aktörleri de alet edilmişti. Kimi cuntacı generallerin iddialarına göre; o dönem Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan zat olmasaydı, bu demokrasi dışı müdahâlenin başarılı olma şansı da olmayacaktı. Tarihe post modern bir darbe olarak geçen 28 Şubat Süreci'ne ister korkarak, ister zorla ve isterse çeşitli siyâsî çıkar ya da farklı menfaatlerle destek vermiş kişilerin ve cuntacı grupların; geçmiş 3 darbe döneminde olduğu gibi adalet önüne çıkarılamayışları, bu kişilerin yeni darbe ortamlarının hazırlanmasında da kullanılacaklarının en önemli işaretiydi. Aynı zamanda Türkiye'de kaos ve istikrarsızlık yaratarak yeni darbe ortamlarını oluşturacak gizli gücün, devletin içine nasıl sızdığının bir işaretiydi. Bu gücü yalnızca Türkiye'nin iç dinamikleriyle ifade etmek ne kadar yanlışsa, yabancı ülkelerin Türkiye'de mutlak bir hâkimiyet kurduğunu ve istediği kurumları istediği gibi kullanabileceğini düşünmek de o kadar yanlıştır. Bu olay, Türkiye'nin NATO'ya girdiği süreçten başlayarak uluslar arası alanda yaptığı çeşitli anlaşmaları ya da bu anlaşmalara dayalı yönetmelikleri, ülkenin istikrarsızlığa itilmesinde bir örtü olarak kullanan yasadışı derin ve gizli yapılanmalara, devletin çeşitli kurumlarındaki kişilerin monte edilmesi olayıdır." [13]

28 Şubat süreci, hükümetin ağırlıklı ortağı Refah Partisinin olduğu, başbakanlık makamında Necmettin Erbakan'ın oturduğu yönetime karşı "irticâyla mücâdele" kapsamında harekete geçmiş, özel televizyon kanallarını hükümetle ilişkisi tartışmalı "irtica görüntüleri"ne karşı aylarca kullanarak kamuoyu oluşturmuş ve görünürde tümüyle kurallara uygun biçimde parlamento aritmetiği içindeki değişikliklerle yönetim değişikliğini sağlamıştır. Yürürlüğe konduğu aylar zarfında bir dizi yönetmelikle ülkenin yönetim yapısını bir hayli militerleştirmiştir. EMASYA, Seferberlik Tetkik Kurulu, Batı çalışma Grubu gibi her biri "askeri vesayet rejimi”ni oturtan uygulamalarla ülke yönetiminde yapısal değişiklikler gerçekleştirmiştir. Bunların tümü "irticaya karşı" yapılmış gösterildiği için çok geniş bir kesimin mutabakatını da elde etmiştir.[14]

28 Şubat'ta adından da anlaşıldığı gibi öncekilerden farklı bir darbe yöntemiyle karşı karşıya gelinmiş ve tanımlanması zor bir süreç yaşanmıştır. Karmaşık bir süreç olduğunu gösteren bir diğer öğe, darbenin ne zaman başladığına ve nasıl bittiğine dair kesin bir cevabın olmamasıdır. Muhtıranın verildiği tarih 28 Şubat 1997 olsa da, sürecin başlangıç noktası değildir. Çünkü 1994 ve 1995 yıllarında yapılan yerel ve genel seçimlerle birlikte asker sürekli hoşnutsuzluğunu dile getirmiş ve kurumların harekete geçmesi için çalışmalar yürütmüştür. Bu kurumların rolü de darbe sürecinde oldukça büyüktür, çünkü asker kendi arka planda kalmış ve fiili darbeden kaçınmıştır. Fakat hükümeti devirmek ve cumhuriyeti “tehdit edenleri” hizaya getirmek için bu kurumlar aracılığıyla harekete geçmiştir. Sürecin ne zaman bittiğini söylemek de zordur. Kimileri hükümetin birkaç ay sonra devrilmesiyle, bazılarıysa ardından yapılan ilk genel seçimle 28 Şubat'ın bittiğini söyler. Yıllar sonra bunun doğru olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü "EMASYA" ve"Batı Çalışma Grubu" gibi oluşumlar, sürecin 2000'li yıllara kadar devam etmesini sağlamıştır.[4]

28 Şubat'ın bir diğer önemli özelliğiyse, darbenin hemen öncesinde ve sonrasında gerçekleşen ve Türkiye'yi tam anlamıyla iflas noktasına getiren ekonomik algılayıştır. 24 Ocak kararlarıyla başlayan, akabinde Özal'lı yıllarda özelleştirmeler, konvertibilite ve uluslararası rekabet alanlarında giderek normalleşen ekonomiye en büyük darbe bu dönemde gelmiştir. Sermaye,"yeşil" ve "normal" diye ikiye ayrılarak, taşra kökenli sermaye tam anlamıyla dışarıda tutulmuş, sanayi sermayesi engellenmiş, bunun yerine rantiye ekonomisi öne çıkmıştır. 28 Şubat döneminde gazete satışları, medyadaki el değiştirmeler, banka satışları ve devlet ihaleleri masaya yatırıldığında bu ilişkilerin sonuçları görülebilir. Hele ki 28 Şubat döneminde herkesin isimlerini bildiği kimi işadamlarının bir anda ortadan kaybolması, sermayenin aslında sabit ya da oturmuş bir sermaye olmaktan ziyade, rant dağıtımından alınan paylarla ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bu dönemde emekli generallerin şirket yönetim kurullarına piyasa değerinin çok üstünde maaşlarla girmeleri, iş tecrübesi olmayan bu generallerin işlevinin ne olduğunu göstererek, Türkiye'de ekonomik kararlarda kimin iktidar sahibi olduğunu da göstermektedir.[15]

MÜSİAD burjuvazisi kendi aralarında ve işçilerle olan ilişkilerinde yaygın cemaat ağlarını ve etik değerleri ekonomik gelişmeleri yönünde kullanmayı başarmıştır. Ayrıca yine bu ağların sayesinde Kombassan, Yimpaş, İttifak Kimpaş, Jet Group gibi holdingler özellikle yurtdışındaki gurbetçilerden geleneksel yollarla döviz temin ederek sermaye birikimlerini arttırmıştır. Giderek güçlü bir rakip haline gelen otantik burjuvazi artık özelleştirme ihalelerinde de boy gösterir olmuştur.39 Bu durum egemen sermayedar çevreleri rahatsız etmeye başlamıştır. Gerçekten de Mayıs ayında TÜSİAD'ın başını çektiği sivil toplum kuruluşları yayınladıkları bir bildiriyle Cumhuriyetin “şeriat özlemini gerçekleştirmek isteyenlerin” saldırısı altında olduğunu belirterek askerin uyarısına desteğini göstermiştir. 19 Haziran'daki irtica brifinginde de özelleştirmelerde “irticai kesim yanlısı şirketlere” öncelik verilmesinin yarattığı rahatsızlık dile getirilmiş ve bu şirketlerin giderek güçlenmelerine dikkat çekilmiştir. Bu süreçte Sermaye Piyasası Kurulu, 131 suç duyurusunda bulunmuş ve “irticai şirketlere” karşı bir mücadele başlatılmıştır. Böylelikle Anadolu sermayesi ağır bir yara almıştır. Modern burjuvazi ve sivil – asker bürokrasi arasında bu dönemde kurulan ittifak sonucu Milli Görüş – Anadolu burjuvazisi cephesi yenilgiye uğratılmıştır. Bunun bir parçasını da Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin Ekim 1997'de MÜSİAD'a açmış olduğu dava oluşturmaktadır. Bu süreçte MÜSİAD'ın gücü egemen burjuvazi karşısında zayıflamıştır. Dava daha sonra düşse de, derneğin başkanlık koltuğunun Erol Yarar'dan daha ılımlı Ali Bayramoğlu'na geçmesine zemin hazırlamıştır. Mart 2000'deki toplantıda dernek aldığı karar gereği hisse senedi satışlarında “İslam” adının kullanılmasını yasaklamış ve Jet Group başkanı Fadıl Akgündüz başta olmak üzere kimi üyeler istifaya zorlanmıştır. Böylece Anadolu burjuvazisinin ayakta kalabilen aktörleri “büyükler kulübü”ne girebilmek için çatışma yerine artık eklemlenme yollarını aramaya başlamıştır.[11]

28 Şubat ile başlayan süreç, Refah Partisiyle yakından ilişkili girişimci grupların olanaklarında ciddi bir azalmaya neden olmuştur. Dindar iş dünyası, bir taraftan küreselleşme sürecinin kazananı olmakla birlikte, diğer taraftan 28 Şubat sürecinin ardından dindar diğer gruplara oranla devletle doğrudan yüz yüze gelmesi nedeniyle daha fazla kaybeden olmuş, 2 yıl içinde üye sayısı 2900'den 2300'e düşmüştür. Bu yüzden de aktif bir muhalefet ve karşı karşıya gelmeye dayalı stratejinin aksine bir arada yaşama stratejisini geliştiren MÜSİAD, açık İslamî yönelimli bir partiyle aktif bağları olduğu vurgusunu azaltma girişiminde bulunarak, tüm siyâsî partilere eşit mesafede bir duruş benimsenmiştir. Mevcut sistemle birlikte yaşamaya dayanan bu etkileşim biçimi, Türkiye'deki İslamcıları daha liberal İslâmî yönelime itmede önemli rol oynamıştır. Çünkü Refah Partisi'nden sonra kurulan Fazilet Partisi'nin de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının ardından, Milli Görüş içinde yaşanan ayrışmada sistemle uzlaşmak ya da kapışmak, İslamcı kalmak ya da merkez sağa/sola yönelmek tartışmalarında dinin siyâsallaştırılmasını eleştirmeye, Batı karşıtı yaklaşımları terk edip küreselleşmeden söz etmeye başlayan ve AK Parti'yi kuracak olan Yenilikçiler, Refah Partisi geleneğinden geliyor olmalarına rağmen İslamcı damar içindeki eleştirel okumadan çok, Türkiye'de 24 Ocak Kararlarıyla birlikte başlayan “neo-liberal politikalar”ve toplumsal savrulmanın eseri olmuştur.[16]

28 Şubat Kararları

28 Şubat 1997: MGK toplantısı yapıldı. Alınan kararlar hükümete bildirildi. Necmettin Erbakan, 5 gün direndikten sonra kararları imzaladı. MGK kararlarını uygulama komitesi kuruldu ve irtica avına çıkıldı. 18 maddelik karar metni şöyleydi:

 

  • Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni hedef alan rejim aleyhtarı faaliyetler karşısında ödün verilmemelidir. Anayasa'nın 174.maddesinde koruma altına alınan Devrim Kanunları'nın ödün verilmeden uygulanması esastır. Hükümet, icraatında Devrim Yasalarına uygunluğunu sağlamakla görevlidir.
  • Savcılar, Devrim Yasaları'nın ihlalini oluşturan davranışlar karşısında harekete
    geçmelidirler. Yasaları ihlal eden dergahlar kapatılmalıdır.
  • Sarık ve cüppeli giyim şeklinin özendirildiği görülmektedir. Kılık ve kıyafetleri bu yasaya ters düşen kişilerin onurlandırılmamaları gerekir.
  • Anayasa'nın 163. Maddesini kaldırılmasının yarattığı hukuki boşluklar, irticai akımların ve laikliğe aykırı tutumların güçlenmesine yol açmıştır. Bu boşlukları telafi edecek yasal düzenlemeler getirilmelidir.
  • Eğitim politikalarında yeniden Tevhid-i Tedrisat Kanunu rûhuna uygun bir çizgiye gelinmelidir.
  • Temel eğitim, 8 yıla çıkarılmalıdır.
  • İmam-Hatip okulları, toplumdaki bir ihtiyacı karşılamak üzere kurulmuşlardır. Bu ihtiyacın fazlası olan İmam Hatip okulları, meslek okullarına dönüştürülmelidir. Ayrıca kökten dinci grupların kontrolünde olan kuran kursları kapatılarak Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda düzenlenmelidir.
  • Devlet dairelerinde ve belediyelerde kökten dinci bir kadrolaşma hareketi sürdürülmektedir. Hükümet, bu kadrolaşmanın önüne geçmelidir.
  • Cami yapımı gibi dinî konuları siyâsî amaçlar için istismar etmeye dönük olan her türlü davranışlara son verilmelidir.
  • Pompalı tüfekler kontrol altına alınmalı ve gerekirse pompalı tüfek satışları yasaklanmalıdır.
  • İran'ın Türkiye'deki rejimi istikrarsızlığa itmeyi amaçlayan çabaları yakın takibe alınmalıdır. İran'ın Türkiye'nin içişlerine karışmasını önleyici politikalar uygulanmalıdır.
  • Yargı mekanizmasının daha etkin çalışmasını sağlayacak ve yargı bağımsızlığını güvence altına alacak, hükümetin tasarruflarından koruyacak düzenlemeler bir an önce getirilmelidir.
  • Son dönemde TSK mensuplarını hedef alan tahriklerde büyük artış gözlenmektedir. Bu sataşmalar Türk Silahlı Kuvvetleri içinde rahatsızlığa yol açmaktadır.
  • İrticai faaliyetlere karıştıkları için Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki görevlerine son verilen subay ve astsubayların belediyelerde istihdam edilmelerinin önüne geçilmelidir.
  • Partilerin belediye başkanları ve il, ilçe yöneticilerinin konuşma ve davranışları da Siyasi Partiler Yasası'nın sorumlulukları alanına sokulmalıdır.
  • Tarikatların denetimindeki finans kuruluşları ve vakıflar aracılığıyla ekonomik güç haline gelen gelmeleri dikkatle izlenmelidir.
  • Laiklik karşıtı yayın çizgisi olan TV kanalları ve özellikle radyo kanallarının verdikleri mesajlar dikkatle izlenilmeli ve bu yayınların Anayasa'ya uygunluğu sağlanmalıdır.
  • Milli Görüş Vakfı'nın kimi belediyelere yaptığı usulsüz para transferleri durdurulmalıdır. koruma altına alınan Devrim Kanunları'nın ödün verilmeden uygulanması esastır. Hükümet, icraatında Devrim Yasalarına uygunluğunu sağlamakla görevlidir.
Kaynaklar

[1] dosyalar.hurriyet.com.tr/haber_resim_3/28subat_27nisan_raporu.pdf
[2] Efecan İnceoğlu, "Türkiye'de Siyasal İslamcılığın Evrimi" (Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalı, Ankara 2009, s.87.
[3] Yrd. Doç. Dr. Mehmet Bahçekapılı, "Türkiye'de Din Eğitiminin Dönüşümü", İlke İlim Kültür ve Eğitim Derneği, İstanbul 2012, s.24.
[4] Şeyma Akın, "28 Şubat Süreci ve Batı Medyasındaki Algılanması" (Yüksek Lisans Tezi), Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Karaman 2011.
[5] Beyhan Öcal, "12 Eylül'den 28 Şubat'a Darbe Söylemlerindeki Değişimin Analizi", ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Ocak 2009, Sayı: 1/4, s.7.
[6] Av. Fatma Benli, "Başörtü Yasağı Kronolojisi", İstanbul 2011, mazlumder.org/fotograf/yayinresimleri/dokuman/turkiyede-dunyada-basortusu-yasagi-kronolojisi.pdf
[7] Özgür Gökmen (Universiteit Leiden, Research School), "28 Şubat: Bir Batılılaşma Restorasyonu Mu?", Mart 2002, hypertope.com/files/28 ÅŸubat makale.pdf
[8] "Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralarla Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutlarıyla Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu", Kasım 2012, http://bturan.com/wp-content/uploads/2012/11/DARBE-KOMISYONU-RAPORU.pdf
[9] Abdullah Kılıç, "Gizli Belgeleriyle 28 Şubat", 22- 26 Şubat 2012, Habertürk, http://kestaneagacikahvesi.files.wordpress.com/2012/02/gizli_belgeleriyle_28_subat.pdf
[10] Ben Lombardi, "Turkey: The Return of the Reluctant Generals?", Political Science Quarterly, 1997, s.214-215.
[11] Arş. Gör. Mustafa Bölükbaşı (Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,), "Milli Görüş'ten Muhafazakâr Demokrasiye: Türkiye'de 28 Şubat Süreci Sonrası İslâmî Elitlerin Dönüşümü", İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2012 | Cilt.1, Sayı:2.
[12] tesev.org.tr/Upload/Publication/867cfc97-ca7b-4840-a6d6-9b6b09cf7aff/Iletisimsel Demokrasi 06_2011.pdf
[13] Bülent Orakoğlu, "İhanet Çemberi: PKY'yı Yöneten Türkler", Timaş Yayınevi, s.10-11.
[14] Hasan Cemal, "Türkiye'nin Asker Sorunu: Ey Asker, Siyasete karışma!", Doğan Kitap, Mayıs 2010, s.16.
[15] Nuh Yılmaz, "Bir Postmodern Darbe Portresi: 28 Şubat", Pınar Yayınları, 2012, s.226-227.
[16] Yrd.Doç Dr. Selahaddin Bakan-Arş.Gör.Dr. Işıl Arpacı, "Liberal Değişim Sürecinde Dönüşen ve Dönüştüren Muhafazakarlık", s.136-137, http://iibfdergisi.ksu.edu.tr/Imagesimages/files/2012-2-11_0.pdf 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol